Büyük Vazifeli Dr. Bedri Ruhselman

Başlatan Tiversonus, 30 Nisan 2009, 01:33:05

« önceki - sonraki »

0 Üyeler ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

Tiversonus

BEDRİ RUHSELMAN

M. Halûk Akçam

18 Ocak 1980


(Bu yazının hazırlanmasında büyük ölçüde, Ruhselman'ın yakın arkadaşı Feridun Tepeköy'ün "Büyük Vazifeli Dr. Bedri Ruhselman" isimli yayınlanmamış eserinden faydalandım.)



Kısa Biyografisi
Kuzey Kafkasya'da yaşayan Çerkes'lerin Şapsığ kabilesindendir. Babası Cemalettin efendi 1860'da Kafkasya'da doğmuş ve beş yaşındayken ailesiyle birlikte İstanbul'a göçmüş. Annesi Safiye hanım 1881'de doğmuş. Cemalettin efendi kolağası olarak harb gemilerinde askeri cerrahlık yapmış, 58 yaşında ölmüş. Safiye hanım da 76 yaşında ölmüş. Aile lakabı olarak "Zabaç" kullanılmış. İki küçük kızkardeşi var: Bedriye (1901-1927) ve Hidayet (1904). Aile fertlerinde müziğe karşı istidat varmış.

İsmail Bedrettin efendi ismiyle rumî 1314 (1898) yılında, İstanbul'un Fındıklı semtinde doğmuş. Üç yaşındayken ilk kızkardeşi dünyaya gelmiş. Bu sırada geçmiş hayatına dair hatıraları var (Ruh ve Kainat: sh. 944). Dört yaşına kadar İstanbul'da kalmış ve bu arada ilkokula başlamış. Babasının vazifesi icabı 1902'de Çanakkale'ye gitmişler. Orada ilk ve ortaokulu okumuş. Altı yaşındayken ikinci kızkardeşi doğmuş. Ayrıca, on yaşındayken alaturka keman dersleri almaya başlamış. Oniki yaşında eline geçen "Cinlerle Muhabere" ismindeki bir kitabı gizlice okumaya başlamış. Babası bu konularla ilgilenmesini istemiyormuş. Onbeş yaşında babasının ve ahbablarının önünde bir masa tecrübesi yapmış, irtibatta harbin çıkacağı bildirilmiş.

1914'de harbin başlaması üzerine okuldan ayrılıp, ailesi tarafından bir denizaltıya bindirilerek İstanbul'a yollanmış. 1915'de Kabataş lisesine yazılmış. 1916'da tasdikname alarak ayrılmış. Aynı sene Tıb Fakültesine kaydolmuş. Bu arada, alafranga keman dersleri almaya başlamış. Yine bu devrede Çanakkale harbine katılarak, şehit olup cennete gitmek arzusuyla askere gönüllü yazılmış. Ama, eniştesi bu kaydı iptal ettirmiş. Gençliğinde koyu bir Müslümanmış. Namaz kılar, oruç tutar ve Kuran okurmuş. Ayrıca asabî ve fevrî bir insanmış. Bu asabiyeti ömür boyu devam etmiş. 1918 yılında babası ölmüş.

Tıbbiyenin üçüncü sınıfındayken, keman hocası ona Prag'a giderek müzik tahsil etmesini tavsiye etmiş. Bu sırada, pansiyoner olarak kaldığı evin genç Rum kızına aşık olmuş, fakat kız başkasını seviyormuş. Mısırlı bir prensesin maddi desteği de sağlanınca, 1336 (1920) Aralık ayında Prag'a gitmiş. İmtihanı kazanıp konservatuara kaydolmuş. Öğrenimi sırasında pansiyoner olarak kaldığı evde yapılan ruhi irtibat celselerini takib etmiş. Spiritualizmle ilgilenmesi bu devreye rastlar. 1923'de Dresden'de konserler vermiş ve oradaki konservatuarda kompozisyon dersleri almış. Bu sırada evli bir kadın olan ev sahibesiyle hissî yakınlık kurmuş. Mezun olmasına bir buçuk sene kala, Mısırlı prensesin maddi desteği kalkınca geri dönmek zorunda kalmış.

1926'da Türkiye'de Musiki Mektebinin açıldığını duyup Prag'dan ayrılmış. Türkiye'ye döndüğünde kendisine Bedri Cemal bey de deniyormuş. 1926 sonundan 1935 başına kadar çeşitli mekteplerde musiki hocalığı yapmış. Sekiz buçuk sene zarfında, Anadoluda durmadan yer değiştirmiş. 1927'de "Yeni Şarkılar" isimli bir müzik kitabı yayınlamış. Aynı yıl, kızkardeşi ölmüş. 1928'de Anadolu'da yolda kar fırtınasına tutulup ölüm tehlikesi atlatmış. 1931-1933 arasında Adana'dayken hipnoz denemeleri yapmış. Bir tekinsiz ev olayına şahit olmuş. Reenkarnasyon vakalarına ait materyal toplamış. Bu arada, halkın müziğe karşı olan yabaniliğinden dolayı mesleğinden soğumuş. Keza bu devre buhranlı bir periodu işaret eder. Bir keresinde intihar etmeyi bile düşünmüş. 1935'de İstanbul'a gelip Tıbbiyeye yeniden kaydolmuş ve bu sebepten hocalık işine son vermişler.

Tıbbiyedeki tahsili boyunca, İstanbul'da Türkçe hocalığı yapmış. Talebeliği sırasında Bakırköy Akıl Hastanesi'nde yatıp kalkmış ve aynı yerde entern asistan olarak çalışmış. 1936'da irtibat celselerine başlamış. Arkadaşları ile bu konuda devamlı toplantılar yapmış. 1938'de Tıbbiyeden mezun olmuş. Aynı sene "Fener" mecmuasını neşretmiş (altı sayı). Bu arada, dahiliye ihtisasını tamamlamış. Kasım 1940 - Ekim 1941 arası yedek yüzbaşı tabib olarak askerliğini yapmış. 1942 başında ihtisasını bitirerek bir-iki yerde çalışmış. Bilecik PTT müdürü Nizamettin Nefesli ile bir önceki hayatlarında iki arkadaş olarak yaşadıklarını tesbit etmiş. Bu arada görülüyor ki, 1936-1943 arasını devamlı araştırma ve okuma ile geçmiş, toplantılar düzenlenmiş ve celseler yapmış. Fransızca, Almanca ve biraz İngilizce bilmesi, yabancı literatürü takip etmesini sağlamış.

Afganistan'ın doktor talebi üzerine, hükümetin teşvikiyle, mesai arkadaşı Sevil Akay ve diğer doktorlarla 1943 Mart başında Kabil'e gitmiş. Sanatoryuma başhekim tayin etmişler. 1945 Ocak ayında geri dönmüş. Bu sırada Hindistan'da doktorluk yapmak üzere İngilizlere müracaat etmiş, casusluk endişesiyle reddetmişler. Afganistan'da geçen iki sene boyunca celse çalışmalarına devam etmiş. Dönüşünde onu evlendirmek istemişler, ama kabul etmemiş. Keza, "Ruh ve Kainat" isimli kitabının hazırlanması bu devreye rastlıyor. Doğu'daki tecrübelerinin faydalı olduğundan bahsetmektedir. İstanbul'a döndüğünde ruhsal araştırmalarda bulunacak bir merkez kurmak için bina yaptırmak üzere Afganistan'da para biriktirmiş.

Dönerken bu parayla kürk, altın ve elyazması Kuran satınalmış. İskenderiye kanalıyla geri dönmüş. Kürkleri satmış, elyazmaları ise değersizmiş. Elde ettiği 20 bin lirayı kitabın basılması için kullanmış. Bu arada dizanteriye yakalanmış ve ölümle pençeleşmiş. Hastalığı sırasında ölebileceğini düşünerek, kitabın basılması için Sevil Akay'ı görevlendirmiş. Kitap üç cild olarak 1946'da yayınlanmış. Parasını bu işe harcayınca tekrar çalışmak zorunda kalmış. Akrabaları İzmir'de olduğu için oraya gidip serbest doktorluk yapmak istemiş.

1947'de İzmir'de bir çalışma grubu meydana getirmiş. Celselere ve araştırmalarına devam etmiş. İstanbul'daki grubuyla da irtibatı devam ediyormuş. İkinci bir kitap yazmaya başlamış. Ancak, serbest doktorluk mesleği ticari açıdan başarılı olmayınca, Hindistan'a veya Endonezya'ya gitmek için teşebbüs etmiş. Sonra vazgeçerek Deniz Yolları'nda gemi doktorluğu görevini almış. 1947-1954 arası celse çalışmaları bakımından en yoğun devredir.

Gemi doktorluğu görevinden Haziran 1948 - Mart 1949 arasında ayrılarak kendisini tamamıyla çalışmalarına vermiş. İzmir ve İstanbul'da yapılan celseleri değerlendirmiş. Sonunda, 1949'da "Ruhlar Arasında" isimli kitabını yayınlamış. Sekiz buçuk aylık bu çalışma devresinde, İstanbul'da devamlı toplantılar yapmış. Resmi bir kuruluşa gerek duyulduğuna karar vermişler. Tekrardan gemi doktorluğuna başlamış. Onbeş günde bir, üç gün kadar kaldığı İstanbul'da devamlı celseler yapmış. İrtibatlarda, bir cemiyet kurulması için tavsiyeler almış. Zorlukla bir yer bulmuşlar ve içerisini tadil ederek kullanılır hale getirmişler.

30 Mart 1950 günü "Metapsişik Tetkikler ve İlmi Araştırmalar Cemiyeti" kurulmuş. Kurucular: Dr. Bedri Ruhselman, Dr. Sevil Akay, Av. Suat Pilevne, Mali Müş. Muammer Bayurgil, Nurettin Özmen. Celse irtibatıyla, tüccarlardan para yardımında bulunmaları için teklif götürülmesi tavsiye edilmiş. Fakat bu teşebbüs başarısızlıkla sonuçlanmış. Yine aynı kanaldan, bir medyumun materyalizasyon denemesi için kullanılarak üniversite üyelerine bir gösteri düzenlenmesi ve ilgi çekilmesi tavsiye edilmiş. Tavsiye edilen medyumla yapılan deneyler boşa çıkmış. Sonuçların başarısız oluşu üyeleri etkilemiş. Suat Pilevne ayrılmış. Huzursuzluk başlamış. Ruhselman da bu devre içinde bir ara tereddüde düşmüş.

Bu arada bir vaka var: 1949-1952 arasında kendisinden otuziki yaş küçük olduğu söylenen Mualla isminde bir kızla birlikte Çengelköy'deki bir evde yaşamış. Kız, Ruhselman'a âşık olduğunu ve reddederse intihar edeceğini söyleyerek kendisini kabul ettirmiş. Sonunda ikna olarak başka birisiyle evlenmiş ve olay kapanmış. O sıralarda Ruhselman'da bir görev anlayışının belirmiş olduğu düşünülürse, bu olayın önemli olmadığı düşünülebilir.

1951 yılında "Allah" isimli kitabını ve "İç Varlık" mecmuasında çeşitli makalelerini yayınlamış. Bu arada, cemiyeti IFS (International Spiritualist Federation) üyesi yapmışlar. Eylül ayındaki federasyon kongresine bir rapor yollamış. Bu raporun Türkçesini de 1952'de "Medyomluk" ismiyle yayınlamış. Üniversitenin bu konularla ilgilenmesini temin etmek için M.E.B.'na bir yazı göndermiş, fakat sonuç alamamış. Yine aynı sene, Ekim ayında "Ruh ve Kainat" mecmuasını yayınlamış. Mecmua onsekiz sayı çıkmış ve 1954 Haziranında kapanmış. Cemiyetteki diğer üyelerin bu çalışmalara pek katkısı olmadığı ortadadır. Ruhselman devamlı olarak tek başına çalışmış gibi gözüküyor.

1952'de gemi doktorluğundan ayrılarak, Denizcilik Okulu'na doktor olarak girmiş. 1953'de Harb Akademisi sivil doktorluğuna getirilmiş. Aynı sene Nisan ayında "Mukadderat ve İcabat" isimli kitabını yayınlamış. 1954'de mecmua kapanmış ve eski üyeler de cemiyetten ayrılmaya başlamışlar. Keza, önemli celselerin sona ermesi de bu yılın baharına rastlar. Yeni üyelerin yetişmesi için dersler vermiş, konferanslar tertib etmiş. 1955'de "Altın Kitap" mecmuasında makaleler yayınlamış. Aynı yıl, tekrardan gemi doktorluğuna başlamış. Bu suretle, onbeş günde bir uğradığı cemiyetteki çalışmaları da yavaşlamış. Bu sırada Ruhselman'da bir durgunluk devresi görülüyor. Çevresindekileri konuya inisiye etmenin gerektirdiği çalışmalar dışında, düşünceli bir hali varmış. Zaten, konuya ilgi duyanlar da azalmış.

31 Ocak 1957'de annesi ölmüş. 5 Mart 1957'de cemiyetten istifa etmiş. Böylece, Harbiye'deki bir apartmanın bodrum katında son çalışmalarına başlamış. Önce, çeşitli medyumlarla celseler düzenlemiş. Rafet Kayserilioğlu medyumluğuyla Ekim 1957 - Mart 1959 arasında "Meşale" ismindeki bir bedensizden yüzden fazla tebliğ almış. Bu arada, Akdeniz seferine çıkan gemide doktorluk yaparken, 1958 Haziranında bir enfarktüs krizi geçirmiş. Cenova'daki hastanede iki ay yatmış. Dönüşünde, istirahat etmesi gerektiğinden gemiden ayırmışlar. Fakat, medyumlarla yaptığı çalışmalarına hastalığına rağmen devam etmiş. Eylül 1958 - Temmuz 1959 arasında Atilla Güyer'in medyumluğu kanalıyla "Önder" ismindeki bir kaynaktan tebliğler almış ve bunlarla bir kitap derlemiş. Kitabı üç kişiye emanet ederek çalışmalarını kesmiş.

Çalışması bittikten sonra İzmir'e gidip tanıdıklarıyla görüşmüş, tekrar İstanbul'a dönmüş. Son celse çalışmasında, artık görevinin bittiği ve geri döneceği söylenmiş Ruhselman'a. Öleceği vakti beklerken boş durmamak için İngilizce çalışmış, müzik dinlemiş. Bu altı aylık devrede sıkıldığını devamlı olarak söylemiş ve hep ölümünü beklemiş. Hastalığına karşı ilaç bile almamış. 16 Şubat 1960 akşamı saat 21'de bir enfarktüs krizi sonunda ölmüş. 18 Şubat günü Zincirlikuyu mezarlığına gömmüşler.

Şahıs erkek olup hiç evlenmemiştir. Çocuğu yoktur. Kısa boylu, topluca, beyaz tenli, saçları arkaya taranmış ve beyaz, 3.5 miopi gözlük takan, bıyık ve sakalı olmayan, mavi gözlü birisidir. İyi keman çaldığı ve başarılı bir dahiliyeci olduğu söyleniyor. Günlük hayatında biraz derbeder ve ev işlerinde beceriksizmiş. Kıyafetine önem vermezmiş. Hoşsohbet olduğu ve biraz sıkılgan davrandığı belirtiliyor. Bilhassa çalışmalarına çok düşkün olduğu ve bu konuda aşırı gayret gösterdiği dikkati çekiyor. Keza, son derece asabî ve kırıcı bir insanmış. Kendisi, bu dünyaya bir vazife uğruna geldiğini birkaç defa belirtmiş.



Kitapları
"Yeni Şarkılar": 1927. 16 sh. - İstanbul.

"Ruh ve Kainat": 1946. 1063 sh. - İstanbul. Üç cild.

"Ruhlar Arasında": 1949. 195 sh. - İstanbul.

"Allah": 1951. 124 sh. - İstanbul.

"Medyomluk": 1952. 66 sh. - İzmir.

"Mukadderat ve İcabat": 1953. 347 sh. - İstanbul.

"(?)": (yayınlanmamış bu kitap hakkında ilerde bilgi verilecek)



Son Çalışması
31 Ocak 1957: Annesi öldü. 5 Mart 1957: Cemiyetten istifa etti. 17 Ekim 1957: R. Kayserilioğlu medyum, Meşale planı. 1 Eylül 1958: Attila Güyer medyum, Önder planı. Haziran/Temmuz 1958: Kalp krizi, Cenova hastahanesi. Mart 1959: R. Kayserilioğlu çalışması bitti. 1 Temmuz 1959: A.Güyer çalışması bitti, metnin daktilosu. 10 Ağustos 1959: Kitabın daktilosu bitti. 18 Kasım 1959: Üç aylık hasta raporu. Aralık 1959: İzmir'e gidiş. Ocak 1960: İstanbul'a dönüş. 16 Şubat 1960: Kalp krizi ve ölüm. 18 Şubat 1960: Defin töreni.

Medyumlarla çalışma yaptığı devrede tesbit edilen isimler: Rafet Kayserilioğlu, Mehmet Fahri Öğretici, Hikmet Omay, Attila Güyer, Doğan Tuğcu.

Aşağıdaki bölümler son çalışmasıyla ilgili olup, Feridun Tepeköy'ün hazırlamış olduğu "Büyük Vazifeli Dr. Bedri Ruhselman" ismindeki yayınlanmamış kitabın 608 sahifelik müsvetteleri arasından çıkartılmıştır:

(III:6-d) "Kitap":

Ölümüne tekaddüm eden çalışma devresinde, yüksek ruh âleminden aldığı bilgileri derleyerek meydana getirdiği ve henüz neşredilmemiş, noterde mahfuz bulunan kitap.

Doktor Bedri Ruhselman, 5.3.1957 tarihinde cemiyetten istifa etti. Bu tarihten sonra Harbiye Çimen sokaktaki apartmanın kira ile tuttuğu ufak bir dairesinde çalışmalarına başladı ve bu çalışmaları ölümüne kadar gittikçe artan hummalı bir tempo içinde sürdü. Gerçi burada ölümüne kadar demek pek doğru olmayacak. Zira, 16 Şubat 1960 perşembe günü akşamı bu dünyadan ayrılmasından altı ay kadar önce, derlediği kitap üzerindeki yoğun çalışmalarını bitirmiş, kitabı vazifelendirilen üç mesai arkadaşının mesuliyetine teslim ettikten sonra da bir nevi istirahat (daha doğrusu ölümü bekleyiş) hali içinde günlerini doldurmaya çalışmıştır.

Kendisine, vazifesinin bu dünyada son derlediği eser ile bitmiş olduğunu ve esasen bu hayatını bu işi tamamlamak için yaşamış olduğunu, bu güne kadar yaptığı bütün çalışmalarının ve yayınladığı eserlerinin sadece birer hazırlık mahiyetinde oldukları açıkça tebliğ olarak bildirilmişti. Bu bekleyiş devresi içinde, bir ara bir İzmir seyahati yaptı. Kızkardeşi (Hidayet), yeğeni ve çocuklarını ziyaret etti. Bir ara da vakit doldurmak için lisan çalışmaları yaptı, müzik dinledi, vs.. Mütevekkil ve belki de memnun, dünyadan ayrılacağı saatin gelmesini sükûnet ve vekar içinde bekledi.

İşte, 1958 ile 1959 yılları onun en kesif çalışmalarına sahne olmuş en verimli yılları olarak kabul edilebilir. Zira, bu çalışmaların neticesinde "Kitap" ortaya çıkmış ve İstanbul Karaköy semtindeki 5. Noter'e hıfzedilmek üzere emanet edilmiştir. Kitabın noterde muhafazası konusunda, yılların meydana getireceği yıpranma ve tahribatın önüne geçilmesi için herhangi bir tedbirin alınıp alınmadığı hususunda, sayın Attila Güyer, "böyle bir tedbire lüzum hissetmediklerini, verilmiş talimata uygun olarak hareket ettiklerini" beyan etmektedir. Bu talimatın dışında, bütün mesuliyetin plana ait olduğu bildirilmiştir.

Kitabın üç nüshası ayrı ayrı zarflara konarak, üzerlerine üç vazifelinin isimleri yazılmış ve üç nüshası da ayrıca ağzı açık bir zarfa konmuştur. Her biri ayrı ayrı kitabı alabilecektir. Kitap, daktilo ile üç nüsha olarak teksir edilmiş ve Hüsrev Bilgioğlu, Metin Sakik ve Attila Güyer'in ayrı ayrı tasarruf ve mesuliyetlerine emanet edilmiştir. Sayın Metin Sakik, bu çalışmanın sonunda kitabın tapaj görevini üzerine alarak yerine getirmiş ve kitabı bir asıl iki kopya olarak daktilo etmiştir. Kitabın bu üç şahsın mesuliyetlerine tevdi edilişi bizzat "Önder" planının "sizler bu iş için seçildiniz" demesi üzerine olmuştur. Bu, planın son celsesinde söylenmiş ve üç şahıs böylece seçilmişlerdir.

Bu vazifeli üç arkadaştan her hangi biri veya ikisi daha önceden bu dünyadan ayrılacak olursa - ki bu ihtimal de hesaba katılmıştır - geri kalan, üzerine aldığı vazifesini tek başına ifaya yetkili kılınmıştır. Telif hakkı, bu üç vazifeliye ayrı ayrı verilmiştir. Muhafaza edilmek üzere İstanbul 5. Noterliğine emanet edilen söz konusu kitabın, noterliğin kasasında saklandığı ve her yıl bu görev için noterliğe bir ücret ödendiğini de zikredebiliriz. Kitabın ne zaman neşredileceği, ne zaman dünya dillerine tercümesinin yapılacağı ve hangi emare ve ikazlarla harekete geçileceği gizli tutulmuştur. Zemin ve zaman müsait olduğu anda, beklenen işaret ve ikazların değerlendirilmesinden sonra faaliyet başlayacak ve kitap insanlığın malı olacaktır.

Üç vazifeli şahıstan her biri hayatta iken, ilk önce Attila Güyer faaliyeti başlatmakla görevlendirilmiştir. Kimseye danışmadan, kitabın noterden alınmasıyla faaliyet başlatılmış olacaktır. Eğer Attila Güyer ölmüş ise bu takdirde Metin Sakik bu görevi üslenmiş olacaktır. Şayet Metin Sakik de ölecek olursa bu takdirde hiç beklemeksizin (derhal) Hüsrev Bilgioğlu noterden kitabı alacak ve hemen faaliyeti başlatacaktır. Bu hususları Bedri Ruhselman bir talimatname ile açıkça tesbit etmiş ve üç vazifeliye vermiştir.

Kitap hakkında yeterli bir bilgiye sahip değilim. Mesuliyetini almış sayın vazifeli dostlarımdan müsaade almadan bildiklerimin hepsini açıklamaya da hiç bir suretle mezun değilim. Ancak, bilinen bazı hususları burada kaydetmekle iktifa ediyorum.

Kitap, insanlığın mukadderatı ve tekamül hamlesi sağlamasını temine yarayan çok kıymetli açık bilgileri ihtiva etmektedir. Bu bilgiler, doğrudan doğruya ilahi yüksek ruhi planın (Önder planı) insanlığa tebliğ ettiği bilgiler olup, medyum (Attila Güyer) vasıtasıyla ve Bedri beyin derleyişiyle ortaya çıkarılmış ve insanlığın istifadesine sunulmuştur.

Kitap, - hacım itibarıyla orta boyda bir kitap olarak düşünülecek olursa - takriben 350 sahifelik bir hacmi işgal edeceği tahmin edilmektedir.

Kitabın derlenişi konusunda yaptığı açıklamalarla bu noktayı aydınlığa kavuşturan sayın dostum Attila Güyer, bu konuda ezcümle şunları söylemektedir:

"Kitaptaki bilgiler, benim aracılığım ile 'Önder' ismi verilen yüksek idareci bir plan tarafından verildi. Bu verilen tebliğlerin Bedri bey tarafından önce anlaşılmasına yardım edildi. Sualler sorulmasına izin verildi. Yapılan açıklamalarla konular vuzuha eriştirildi. Konunun planı verildi ve bu plan gereğince Bedri beyin konuyu kaleme alması sağlandı. Kaleme alınan bölümler plana okundu ve tasvibi alındı. Böylece derleme faaliyeti tamamlandı."

Sayın Attila Güyer'in yaptığı bu açıklama, "derleme" kelimesinin manasını gayet açık bir şekilde ortaya koymaktadır. Kitabın derlenmesini ancak Bedri bey muvaffakiyetle başarabilirdi. Verilmiş bilgilerin eski bilgilerle telif ve sentezini ancak Bedri bey selahiyetle tamamlayabilirdi. Ancak onun kapasitesi, vazife şuuru ve azmi böyle bir çalışmanın altından kalkabilirdi. Dikte ettirme yerine derlenme yolundan kitabın hazırlanışının elbette ki bir sebebi olacaktır. İcabetseydi, öyle yapılırdı elbet! Nitekim, idareci ruhsal planlar daha evvelden bu yoldan faydalanmışlar ve dikte ettirmişlerdir. (Kuran'ın dikte ettirilişi buna bir misaldir.)

Kitabın nasıl hazırlandığı hususu üzerinde, sayın genç dostum Attila Güyer ile yaptığım konuşmanın bir bölümünü ve özellikle kitabın derlenişine, tebligatın aktarılışına vazifelik etmiş bir vazifeli medyum sıfatıyla bana yaptığı açıklamaların bir kısmını, önemine binaen aşağıda tetkiklerinize arzetmek istiyorum. Önemli bir noktanın aydınlığa çıkmasına hizmet edeceğinden fayda umduğum bu açıklamaların alakalı kısımlarını takdim ediyorum:

"Bedri bey, ruhi bir irtibatın olup olmadığını, ayrıca hangi seviyeden bir irtibatın mevcud bulunduğunu derhal anlayabilecek bir bilgi ve liyakat sahibi bir insandı. Kendine mahsus bir takım metodları da vardı. Ama, teşhis gücü sadece tecrübe ve bilgisine dayanıyordu da denemez. Ben, kitabın derlenişi sırasında ondokuz yaşındaydım. Medyumluğum öylesine süratli gelişmişti ki hepimiz şaşırmış ve korkmuştuk da."

"Bedri bey o sıralarda Adana civarındaki sel hadisesi ile ilgili kehanetle meşguldü. Kendisine açıkça ikazda bulunuldu: 'Senin fonksiyonun budur, halbuki sen nelerle uğraşmaktasın. Bu mu senin işin!' Bedri bey o sıralarda çalışıyordu ama huzursuzdu. Asıl yolunu bulamamıştı. İnsanlara hizmetle ilgili yapacağı bir iş hakkında bir idraki vardı. Bir noktaya kadar gelmişti, fakat ne yapması lazım geldiğini kesinlikle tayin edemiyordu. İşte böyle bir durumda planın ikazı onu şaşırttı. Toparlandı ve derhal mevzuua girdi. Kitabın derlenişi faaliyeti başladı. Böylece Bedri bey hayatının gayesini bulmuş oldu."

Sual: Kitap, Bedri beyin ne çeşit bir çalışmasıyla meydana gelmiştir? Yani, tebliğler bir sıraya göre olduğu gibi mi yazılmıştır, yoksa açıklayıcı pasajlarla birlikte mi tertiplenmiştir?

Bu sualime Attila Güyer şu cevabı verdi:

"İkisi de değil. Yukarısı evvela bir plan verdi. Bölüm bölüm bu planın konularını anlattı. Bedri bey 'şunu koyalım', dedi. Plan 'hayır, bunu koymayacaksın', dedi. 'Biz direkt bilgi veriyoruz, bunları yazacaksın', dendi. Bedri bey de yukarının ağzı ile bunları derleyerek yazdı. Aslında, kitapta direkt alınmış tebliğler de yoktur. Bedri beyin kendi görüş ve tefsiri de yoktur. Verilmiş genel bilgiler Bedri bey tarafından derlenmiştir."

Sual: Derlenme fiilinin daha iyi anlaşılması için biraz daha açıklamada bulunur musunuz?

"Tam, motamot dikte ettirme yoktur. Mesela bir fikir veriliyor; kainatın kuruluşu, maddenin yapısı hakkında bir plan veriliyor. Bu plana göre verilen bilgiler derlenecek, deniyor. Anlayamadığı noktalar izah ediliyor. Yani, fikirler, bilgiler yukardan veriliyor. Fakat, motamot yazdırılmıyor. Bedri bey bunları kaleme alıyor, derliyor."

"Tekrarlayayım: Konu ve plan veriliyor. Konu hakkındaki bütün bilgiler anlatılıyor, işleniyor, izahlar yapılıyor, misaller veriliyor. Sonra, 'bunları yazacaksın' deniyor 'Şu şu şekilde yazacaksın, verdiğimiz misallerin ışığı altında şu, şu şekilde yazacaksın' deniliyor ve bırakılıyor. Burada Bedri beyin fonksiyonu şöyle: Gelen bilgileri evvela anlıyor, hazmediyor ve kendisi yeniden kaleme alıyor. Yukarısı, 'tebliği aynen koyacaksın' demedi. Bunu istemedi hiçbir vakit. Müteakib celselerde, Bedri beyin kaleme aldığı kısımlar plana okundu ve tasvibi alındı."

"Şunu da söyleyeyim ki, hiçbir vakit Bedri beyin kaleme aldıkları (derledikleri) parçalar 'plan' tarafından 'olmamıştır' diye geri çevrilmedi. Bu vazifesini Bedri bey pek mükemmel bir şekilde yapıyordu. İyice idrakine varmadan hiçbir vakit kalemi eline alıp yazmaya başladığını görmedim. Bazen üç ay bir konu üzerinde münakaşa edildiği olmuştu. Anlayamadıklarını anlayabilmek için sualler sormaktaydı."

Sual: Yani, bu izahata göre celselerde verilen tebligat kitaba motamot konmuyor.

"Hayır, konmuyordu."

Sual: Yani, Bedri bey tarafından, gelen fikirler evvela hazmediliyor, sonra kompoze ediliyor.

"Tamam. Mevzu iyice anlaşılıncaya kadar misaller veriliyor, çeşitli yönleri gösteriliyor. Mevzu iyice anlaşıldıktan sonra bırakılıyor, 'bunları şimdi derleyin' deniyordu. Kendisine, bu derleme çalışmalarında hiçbir vakit 'burada hata yaptın' denmedi."

Sual: Öyle sanıyorum ki, kitabın derlenme yoluyla verilmiş olması, şöyle bir maksadı gütmüş olabilir: Bir insan olarak, Bedri bey verilen bilgileri hazmetmekle, bu bilgilerin insanlar tarafından anlaşılabilir bilgiler olduğunu tatbiki olarak göstermiştir.

"Evet. Bu hususu hiç düşünmemiştim. Gerçi, Bedri bey büyük bir fonksiyonerdi ama yukarının karşısında son derece zayıf bir kimseydi. Bu öyle bir plandı ki, orada belki de Bedri bey gibi onbinlerce varlığın idraki ve şumulü vardı. Onun için 'Önder' diyoruz. Kendisi de zaten 'Kainatın vazife planı' olduğunu bize ihsas ettirdi."

Sual: Kitap, tamamıyla değişik bir bilgi temeline dayalı yeni bir açıdan bir kainat görüşü ve bu görüşe uygun yürünmesi gerekli yolları mı açıklamaktadır, yoksa bu güne kadar verilegelmiş olan bilgilerin mânâlarını mı vuzuha kavuşturmakta ve sembolleri, dogmaları mı kaldırmaktadır?

"İkinci dediğiniz daha doğrudur. Aslında, belki yepyeni bir görüş koyuyor ortaya. Ama, bu koyduğu eskileri yıkmıyor. Eski realiteleri olduğu gibi kabul ediyor. Bunların, madde kainatı içinde gerekli kademeler olduğunu belirtiyor."

"Bir dağın eteklerindeki görüş ile zirvesindeki görüş elbette ki birbirinden farklıdır. Evet, kitabın bir bilgi kitabı olduğu söylenebilir. Ama detaylı bilgiler veren bir ders kitabı şeklinde değil. Bir matematik veya bir fizik kitabı gibi konuları incelemez. Genel kanunları açıklar. Mesela madde kainatı hakkındaki Einstein'ın genel ifadesi gibi bir görüş, bir prensip getirmektedir. Yani, genel bilgiyi göstermektedir. Dinler muayyen realitelerin icaplarına göre yukarıdan - vazife planından - verilmiş bilgileri yayarlar. Kitaptaki bilgilerse dinlerin öğrettiklerini toplayacak ve onların manasını açıklayacaktır. Dolayısıyla nakz ve reddetmek asla bahis konusu değildir. Sadece ufku daha genişletecek. Faraza bir insan Müslüman olsun, Hıristiyan olsun, bu kitap karşısında kendi dininin esaslarını daha iyi anlayabilecektir. Böylece insanlar birbirlerini daha iyi anlayabilecek ve anlaşabileceklerdir."

Kitabın derlenişi, daktilo edilişi ve notere tesliminden sonra Bedri bey memleket dışında bulunan seçilmiş beşyüz kadar adrese (ki bu adresler cemiyetler ve şahıslardan seçilmiştir) gönderilmek üzere bir bildiri kaleme almıştır. Bu açıklamasında, derlediği kitap hakkında bazı ön sezgileri verdirecek ipuçları vermiştir. Nitekim, bu bildirisine gelen cevaplar arasında 8-10 kadarının, Bedri beyin kapalı olarak sezdirmeğe çalıştığı düşüncelerini iyi bir şekilde değerlendirmiş olduğu anlaşılmıştır.

Kitabın neşri, şüphesizdir ki vazifeli üç şahsın inisiyatifine bırakılmış değildir. Hüsrev Bilgioğlu'nun yaptığı açıklamaya göre, kitabın insanlığa sunuluşu, medyum Attila Güyer'in zamanı geldiğinde kitabı tebliğ eden plandan ("Önder" planı) direkt olarak bir ikaz ve tebliğ almasıyla başlayacaktır. Bu hususta sayın Attila Güyer şu açıklamayı yapmaktadır:

"Biz, verilen talimatla birlikte bu kitaba bağlıyız. Bunun dışında, bizim hiçbir fonksiyonumuz yoktur. Telif hakkı her üçümüze bırakılmıştır. Bu da talimat gereğince yapılmıştır. Yukarının talimatını bizler aynen tatbik ediyoruz. Elimizde talimat var. Onun dışında bir şey yapamayız. Talimat dışında, şahsi olarak idraklerimizin yapacağı her şey büyük hata olacaktır. Talimat yukarıdan verilmişti. Bedri bey de bizlerin bu talimata göre aynen hareket etmemizi söyledi."

(III:l-30) Attila Güyer'in şahitliği:

"Bedri beyi ilk defa Hüsrev ağabey vasıtasıyla tanıdım. Bende bazı anormallikler vardı. Anlatmıştım. Çocukluğumdan beri bazı anormalliklerim vardı. Mesela geceleri uykuda gezerdim, gece uykumda konuşurdum. Çok enteresan bulmuştu. 'Gel, seni Bedri beyle tanıştırayım', demişti. Benim bu sahada tecrübi çalışmalar yapmak hususunda arzu ve niyetim yoktu o zamanlar. Mevzu ile kendime göre alakadardım. Bazı tetkiklerim vardı, ama hepsi o kadar. Konuların içine gömülmüş değildim. Buna rağmen Bedri beyle tanışmayı istedim."

"1958 senesinin sanırım Kasım ayındaydı. Bir gün Hüsrev ağabeyle önce cemiyete uğradık. Oradan da doğru Bedri beyin Harbiye, Çimen sokağında oturmakta olduğu evine gittik. O zamanlar cemiyetten ayrılmış, yalnız başına çalışmakta, celseler yapmaktaymış. Ben o sıralarda, Edebiyat Fakültesi talebesi on dokuz yaşında bir gençtim. Rafet Kayserilioğlu, M. Fahri Öğretici, Doğan Tuğcu ile ruhi irtibat celseleri çalışmaları yapılmaktaymış. Adana'daki sel felaketiyle ilgili kehanet tebliğleri ve bunun değerlendirilişi gibi çalışmalar yapılmaktaymış. Sonradan daha iyi idrakine vardım ki, o zamanlar Bedri bey huzursuzdu. Çalışmalarından tatmin olmuyordu. Bu çalışmaların adamı değildi Bedri bey. Bu intibaı o zaman almıştım."

"Bedri beyin havası bambaşkaydı. Çok değişik ve enteresan bir hava ve intiba bırakmıştı bende. Sanki normal bir insan değildi de, acaip bir dünyanın varlığıydı. Çalışma odasına girdiğimde, tavana dört ucundan iple gerilmiş beyaz bir bez dikkatimi çekmişti. Bunu soba kurumunun başına dökülmemesi için germiş. İşte bu müşahedem, bende ilk nazarda Bedri bey hakkındaki intibalarıma bambaşka bir yön vermişti."

"Bedri beyle hemen ilk tecrübe çalışmalarına başladık. Temasa geçtiğim ilk bedensiz varlıktan bir türlü ayrılmak istemiyordum. Hissi bir yakınlık beni cezbediyordu. Varlık, 'benim işim burada bitti, bu vazifedeki işimiz sona erdi, muhakkak ki organizasyon içinde beraberiz ama bu işimiz burada artık bitti.' diyordu. Fakat ben gene de ondan ayrılmak istemiyordum. Bu varlık, tek bir varlıktı. Beni hazırlamakla görevliydi. Beni bir noktaya kadar alıp getirdi. Sonra üçlü bir gruba verdiler beni. Daha sonra da kitabın tebliğlerini veren 'Önder' planıyla temasa geçtim."

"Bu planla irtibatın sağlanması için, evvelkiler bir nevi hazırlık safhasıydı. Size bunun hakkında bir misal vermek üzere şunları söyleyebilirim: Başlangıçta tahammül edemiyordum. O kadar parlak ve keskin geliyordu ki, yaklaşamıyor, temasa geçemiyordum. Alıştırma safhalarından birini anlatayım: Üzerime tıpkı füze gibi ışık demetleri geliyordu. Gözlerim kamaşıyor, sağa sola kaçıyor, kurtulmaya çalışıyordum. Bunları bayağı görüyor ve hissediyordum. Büyük bir ışık kütlesinin üzerime geldiğini hissediyordum. İşte, asıl planın kademesine yaklaşıncaya kadar, bu şekilde egzersizlerle alıştırmalar yaptım. Işıktan bir bulut gibiydi o yer. Üçlü varlık, hem bilgi yönünden beni yetiştirdi hem de o plana hazırlamış oldu."

"Celse adabına aykırı hareket ettiğim zamanlarda bana kızardı: 'Kardeşim, buraya yorgun geliyorsunuz, olmaz böyle şey!', diyordu. Haklıydı, kırk senelik bilgilerinin tamamen aksine bilgiler alıyorduk. 'Olmaz' diyor, kızıyordu. Bunun üzerine, 'plan' celseyi kesiyordu. Ama öyle enteresandı ki, ben 'plan'ın sanki gülümsediğini hissediyordum: 'Peki', diyordu. Haftaya tekrar celseye başladığımızda (haftada bir, bazen de iki veya üç celse yapılıyordu), Bedri bey o bir hafta içinde verilen bilgileri hazmetmiş, yerine oturtmuş olarak karşımıza çıkıyordu."

Sual: Bedri bey düşüncelerine tamamen zıt olan bu fikirleri nasıl hazmediyordu?

"Üzerinde düşünüyordu, idrakine varıyordu. Eskileri atıp yerine yeni bilgileri koyabiliyordu. Bu kabiliyet vardı onda."

Sual: Zıt gelen fikirler temel bilgilere mi, yoksa teferruata mı taalluk ediyordu?

"Temellere! Ama, nüans farkları şeklinde. İlk bakışta tamamen tersine imiş gibi görünüyorlar."

Sual: Tersine gibi mi görünüyorlar, yoksa gerçekten tersine miydiler?

"Gibi görünüyorlar. Mesela, biz vahdet-i vücûd felsefesini kabul etmiyoruz. Bu düşünceye zıt gibi görünen bazı fikirler karşısında, Bedri bey kızar ve 'kardeşim, burada keselim' derdi: 'Yanılıyorsunuz, iyi nakledemiyorsunuz!' Fakat, sonradan, söylenmiş olanlar üzerinde düşünüyor ve yerine oturtuyordu."

"Bedri beyle birlikte geçirdiğim günler pek kısa olmuştur. Aşağı yukarı, münasebetlerimiz bir yıl sürdü. Sonra ben ayrıldım ve askere gittim. 1960 senesi Ocak ayında gitmiştim. Fakat, münasebetlerimiz bu kadar kısa sürmüş olmasına rağmen, aramızda çok derin ruhi bir bağın mevcud olduğunu söyleyebilirim. Nitekim, ölümüne rastlayan saatlerde başımdan geçen bir olay bunu teyit eder: Bedri beyin öldüğü gün, ben yedek subay okulundaydım. O gece koğuşta yatıyorduk. Ben feryad etmeye başlamışım. Bağırıyorum. Uyandırıyorlar. Ama uyandığımın farkında değilim. 'Ne oldu', diye soruyorlar. Tekrar yatıyoruz. Bu defa canhıraş feryatlar atıyorum. Çocuklar yine uyandırıyorlar. Bir ara canavar düdüğü gibi acaip sesler çıkarıyorum."

"Bedri beyi ben ancak celseler esnasında tanıdım. Münasebetlerimiz bu sınırlar içinde kaldı. Celseler bitince, 'Allahaısmarladık efendim' derdim. O da 'Gülegüle kardeşim' der ve bizi yolcu ederdi, o kadar."

"Bizim öyle bir dostluğumuz yoktu. Sadece celseler dolayısıyla münasebetlerimiz oluyordu. Pek tabiidir ki birbirimizi severdik. Hürmet ederdim. Ama, bazen kızdığım da oluyordu. Onun idrakine ulaşamamış oluşum, onun bazı davranışları karşısında kızmaklığıma sebep olmaktaydı. Sonradan üzerinde düşündükçe, haklı olduğunu, kızmamın yersizliğini anlamışımdır. Celseler esnasında ters bilgiler verildiği zamanlarda da kızardı. Huzursuz olurdu. Medyumlara çatar, vazifelerini müdrik olmadan, medyumluğun gerektirdiği şekilde hareket etmediklerini söyler, tenkid ederdi."

(III:l-29) Metin Sakik'in şahitliği:

Bedri bey hakkında herhangi bir düşünce ve kanaatin - prensip olarak - açıklanmasına pek taraftar değildi. Bu düşüncesini bana şu cümlelerle açıklamıştı:

"Bedri beyin dünya üzerindeki beşeri şahsiyetinin bilinmesi bence lüzumsuzdur. Zira, onun beşeri şahsiyeti çok önemsizdir. Sadece bir vazife adamı olarak kıymetlidir, o kadar."

"Bedri beyi ilk defa cemiyette gördüm ve tanıdım. 1953 Temmuzuydu. Askerlik görevimin verdiği fasıla hariç, ölümüne kadar Bedri beyle beraber oldum."

Sual: Bedri beyin insanlığa yaptığı hizmet?

"Bıraktığı kitaptır. Bittabi o da, bu vazifesiyle sadece yukarıya vasıtalık etmekten başka ve ileri bir iş görmemiştir."

"Bedri bey, neşredilmiş eserlerinin yeniden basılmasına taraftar değildi. Son çalışmalarında ortaya çıkan tebligat kanalıyla verilmiş bilgiler muvacehesinde; tamamlanmamış bilgiler, noksanlıklar ve hatta yanlış tefsirlerin eski kitaplarında bulunabileceğini düşünmüştür. Bu sebeple yeniden basılmasının büyük bir fayda sağlayacağı kanaatinde değildi. Son çalışmalarıyla, "derleyen" sıfatıyla hazırladığı kitap bütün bilgileri ihtiva etmekteydi. Bu sebeple, kendi eserlerinin yeniden basılmasını istememiştir. Bu kitapta hepsi mevcud. Seviye diye bir şey mevzuubahis değil. Anlayan anlayacak bu kitabı. Herşey apaçık yazılmıştır burada. Görecek olan görecektir bunu! Kitap gayet açıktır. Yeter ki, insanların idrakleri gelişmiş olsun. İnsanları bu kitabı anlamaları için yetiştirmeye lüzum yoktur."

Sual: Kitabın derlenişiyle ilgili son devre çalışmalarının karakteri nedir?

"Bedri bey bu devrede de bir bilgi çalışması yapmıştır. Birçok medyumlarla çalışmıştır. Ama esas medyumu bir taneydi: Attila Güyer. Bu devre çalışmaları, tam hatırlayamayacağım ama, sanırım 6-7 ay kadar sürmüştür. Netice itibarıyla, bu çalışmalarında Bedri bey sentezciydi. Esas bilgileri o tek medyumdan almış ve sentezini yapmıştır. Yani, Bedri beyin esas fonksiyonu bu bilgileri derleyip toparlama, değerlendirip sentezini yapmaktı."

Sual: Bedri beyin biyografisinde mutlaka zikredilmesi lazım geldiğine inandığınız bir hususiyeti var mıdır?

"Vazife idraki mutlaka belirtilmesi lazım gelen bir husustur. Bedri bey vazifeli bir varlıktı. Ama, gerçek vazifeli bir varlık. İnsanlığa birşeyler verebilmek için üst kademelerden gelmiş bir vazifelidir. Bedri bey, derlediği son kitaba isminin konmasına taraftar değildi. Koymamak kararındaydı. Ancak, planın direktifiyle ismini koymuştur. Esas olarak söylediği şuydu: 'Bu büyük vazife içinde benim yaptığım bir hiç mesabesindedir. Benim yaptığım şu çok cüzi bir işe karşılık kitaba ismimi koymam lüzumsuzdur.' demişti. Ancak planın, insanların durumu yönünden bir isim konması lazım geldiğini açıklaması üzerine ve 'siz isminizi derleyen sıfatıyla zikrediniz' denmesi üzerine 'Derleyen Bedri Ruhselman' denmiştir."

Sual: Kitap insanlığın hangi cephesine hitabetmektedir?

"İnsanlığın idrakine hitabedecek. İdrakini genişletecek. Ne olduğunu, ne yapması lazım geldiğini insanlara gösterecek."

Sual: Bilgi temeline dayalı bir idrak ve moral yücelişi mi sağlayacak?

"Moral yüceliği de sağlayacaktır pek tabii. Bir istikametleniş verecektir insanlığa. Değer ölçüleri verecektir."

Sual: Yüzyıllar boyunca insanlığın uyarılması, eğitilmesi ve istikametlenmesi için idareci ruhsal planların çalışmaları mevcuttur. Bunların arasında en önemlileri semavi dinlerdir. Din kanalıyla yapılmış irşadlarla, kitabın yapacağı fonksiyon arasında bir paralellik var mıdır? Yok, eğer bir fark varsa, bunun vasıfları nelerdir?

"Bunu ben de ifade edemiyeceğim. Ama, aykırılık diye bir husus mevzubahis olamaz bir kere."

Sual: Dinlerin vazettikleri prensipler yetersiz miydi ki bu kitap insanlığın istifadesi için tertiplenmiştir?

"Bilgiler, bugünkü insanlığa hitap edecek şekilde sunulmuştur. Mühim olan budur. Bugünkü insanlığın idrakine, seviyesine hitabedecek şekilde derlenmiştir. Din devri kapanmıştır. Ama verilen bilgiler onların dışında değildir. Ancak, bugünün insanlığı ne şekilde bu bilgileri alabilecekse o şekilde verilmiştir."

Sual: İnsanlığın tekamül yolundaki yücelişinde, insanlığı eğitip yöneten aynı idareci planların yeni bir hizmeti ve yardımı olarak kabul edilebilir mi?

"Bunu bilemem tabii. Ama muhtemelen öyledir. Bunun tefrikini elbetteki yapamayız. Muhtemelen öyledir. Ancak, kitabı - her türlü yanlış tefsirlere mani olmak düşüncesiyle - mukaddes dini kitaplar (semavi dinler) arasında bir dördüncü kitap olarak mütalaa edemeyiz. Söylediğim gibi, din devri kapanmıştır. Her insan kendi kendisine, kendi cehit ve arzusu ile yürüyecektir. Kendi kendisine anlayıp idrak edecek seviyeye ulaşacaktır. İdraki açılmış olanlara, bu kitap ihtiyacını duydukları bilgileri apaçık verecektir. Biz vazifeli üç arkadaşın vazifeleri ise, sadece kitabın en iyi bir şekilde insanlığa sunulmasını sağlamaktan ibarettir. Bizlerin durumumuz budur. Bu vazifenin ifası için plan bizleri seçmiştir. Kitabın çıkış zamanı ile ilgili birşey bilmiyoruz. Ne zaman çıkacak, nasıl talimat verilecek, ne olacak, bir şey bilmiyoruz. Tamamen serbest bırakılmış gibiyiz, ama hiç de değiliz. Vazifemizi iyi bir şekilde yapabilirsek, ne mutlu bize."

Sual: Kitabın yayınlanmasıyla ilgili vazifenin ifasında, bu işle ilgili üç vazifelinin mutlaka bir fonksiyon göreceğini düşünebilir miyiz?

"O hususda da bir garanti yok. Ama, her halde bu üç şahıstan en az biri kitabın neşri faaliyetinde bulunacaktır. Belki üçü, belki ikisi, ama biri mutlaka bulunacak. O şekilde teslim edilmiştir. Ama ne var ki, o tek şahsın vazife ve fonksiyonu sadece kitabı bırakıp gitmek şeklinde de olabilir. Neşredildi deyip bırakabilir. Bu hususda hiçbir şey bilmiyoruz. İşte, Bedri bey böylesine devasa bir vazifenin vazifeli bir fonksiyoneri olarak dünyada yaşamıştır."

(III:1-3l) Hüsrev Bilgioğlu'nun şahitliği:

Geçirmekte olduğu ruhi bir bunalımın sarsıntıları içindeyken, tanışmak ve dertlerini dökmek ihtiyacı içinde, 1950 yılında ilk defa karşılaştığı Bedri beyden bundan sonra bir daha ayrılmamış ve onun adeta dert ortağı olmuştur. Bedri bey hakkında yaptığı açıklamaları banda aldım. Ertesi günü bana bir mektup gönderdi. Telefonla, kendisinden izahat rica ettim: "Bedri bey hakkında konuştuklarımı kaale almayınız. Sadece bunu belirtmeniz kifayet eder." dedi. Mektupda şöyle deniyordu:

"Bedri Bey İnsanlığın ihtiyacı olan Müteal bilgiyi vermek üzere dünyamıza enmiş böyük vazifeli bir varlık idi. Bedri Bey tarafından kitabın yazılmağa başlandığı tarih. 1-9.1958. biddıgi tarih ise 10-8.1959." (Not: H.Bilgioğlu - daha önce H.Nurlu ismini kullanmış - ermeni ve ilkokuldan ayrılma bir vatandaştır. Orijinal el yazısının aynısını kopya ettim. M.H.A.)

Değerli dostumun biraz da haklı bulduğum arzusuna uyarak, açıklamalarını aynen değil de sadece bir özetini aşağıda tetkiklerinize arzediyorum:

Sual: Bedri beyin karakteri hakkında ne düşünüyorsunuz?

"Bedri beyin karakteri anlatılamaz. Ona aslında karakter de dememek lazımdır. O bir idrakti! Bundan başka bir şey söylenemez."

Sual: Bedri beyin beşeri yönden tanıtılmasını nasıl yaparsınız?

"Beşeri açıdan nesini anlatabilirim ki?"

Sual: Yani, bedenli olarak, bir insan olarak nasıl tanıyorsunuz?

"Bedri bey tarife sığmaz ki! Tevazuun da ötesinde, tevazuu üzerinde bir bedenliydi. Bundan başka birşey söyleyemem ki."

Sual: İnsanlığa yaptığı hizmet hakkında ne söylenebilir?

"Kısaca şöyle denebilir: Bedri bey bütün bir beşeriyet üzerinde - enkarne olacaklar da buna dahildir - büyük bir vazifeliydi. Buna ikinci bir misal verilemez."

Sual: Ne yönden vazifeliydi?

"Bilgi yönünden."

Sual: Son devre çalışmalarının karakteri nasıldı?

"Ayırmak doğru değil. Cemiyetteki faaliyetleri nasıl idiyse, aynı faaliyetlerine dışarda da devam etti. Bedri bey için cemiyet içi ve dışı diye bir mevzuu yoktu. Kitap çalışması da aynen olmuştur. Kitabın derlenişi kutsal bir vazifeydi. Kalbinden rahatsız olmasına rağmen gecesini gündüzüne katarak çalıştı. Bu faaliyeti dokuz ay devam etti. 1.9.1958'den 10.8.1959'a kadar." (Not: Verilen tarihe bakılırsa, yaklaşık 11.3 ay devam etmiş olmalı. M.H.A.)

Sual: Bedri beyin biyografisinde mutlaka zikredilmesi lazım gelen sizce hangi husustur?

"Bedri bey, dünyaya inmiş büyük vazifeli bir bedenli idi. Bunun dışında bir şey söyleyemem. Bundan başka birşey düşünemem. Söyleyemem!"

Sual: Kendisinin bir vazifeli olarak dünyada bulunduğunu biliyor muydu?

"Kitap tebliğ olunduğu andan itibaren verildi, tamamen açıklandı."

Sual: Kitabı, kitabî dinler kademesinde bir dördüncü kitap olarak vasıflandırabilir miyiz?

"Hayır."

Sual: Ne bakımdan hayır denebilir buna?

"Çünkü, bilgidir kitap! Diğer kitaplarda tarihler, izahlar, semboller var. Halbuki bu kitapda bilgiden başka bir şey yok. Tamamiyle saf bilgi! İşte bu sebeple o kategoriden mütalaa edilemez."

"Ölümü 16.2.1960 perşembe günüdür. 18.2.1960 cumartesi günü defnedildi. Derlediği kitap, ölümünden altı ay evvel tamamlandı. Kitabın medyum (Attila Güyer) aracılığıyla tebliğine 1.9.1958'de başlandı. 10.8.1959'da tamamlanarak vazifeli üç arkadaşa teslim edildi. Kitap, tek medyum ile verilmiştir. Evvelki çalışmalarında iştirak eden medyumlar ve alınan tebliğlerin kitapla hiçbir ilgisi yoktur. Bedri bey kitabın derlenişinde anlaşılamayan noktaları celsede sualler tarzında vazeder ve açıklamalara göre hareket ederdi."

"Bir defasında 'Allah' kelimesinin mutlaka kelime olarak zikredilmesi zaruretini hissetmiş ve bu kelimeyi kullanıp kullanmamakta tereddüde düşmüştü. Celsede bu hususdaki düşüncelerini açıkladı. Aldığı cevab mealen şöyleydi: 'O kelimeyi tam o yerde, sadece bir defaya mahsus olmak üzere kullanabilirsiniz. Böylece onun tekliği de tek yerde kelime olarak zikredilmiş olmasıyla anlatılmış olacaktır.' Gerçekten de, kitapda sadece bir tek yerde 'Allah' kelimesi geçmektedir. Kitabın tebliği esnasında sual sormak ihtiyacı doğduğunda, tebliğe o noktada ara verilmekte, sual izah edildikten sonra bırakılmış olan noktadan devam edilmekteydi."

"Bedri beye kürre üzerinde kıyamet tatbikatı yaptırıldı. Yedi celse sürdü. Bazı tashihler yapıldı. Kıyamet, dünya mihverinin 23.5 derecelik meyli değişmeden, eksenin istikameti değişmekle vuku bulacak ve dört günde sular her yeri kaplayacak. Bu arada, üç-beş kişi maya olarak kalacak. Keza, nebat ve hayvanlardan da birer çift. Tıpkı Nuh tufanı gibi. Kalan insanlarda şuur kalmayacak. Saç-sakal uzamış, örtünme bilmeyen bir iptidailikten başlayacaklar. Dünya nüfusu yedi milyar olunca bu işler olacak ve bu işi bizzat Bedri bey yapacak. Zira, onun mensubu bulunduğu 'Biz' planı mensupları bu işi teker teker yapmak mecburiyetindedirler. Bittabi, kitap bu olaydan çok çok evvel çıkmış olacak. Ancak üç-dört enkarnasyon sonra bu kıyametin vukuu muhtemeldir. 'Biz' planı, kainatları idare eden, dünyayı var eden bir plandır."

"Bedri bey, kitabın derleme çalışmasında, celse esnasında sualler de sormuştur. Tebliğe o noktada ara verilmekte, izah edildikten sonra bırakılan noktadan devam edilmekteydi. Bir yerinde, Bedri bey Allah kelimesini kullanıp kullanmamakta tereddüd ediyordu. Plana bunu sordu: 'Kalemimi yürütemiyorum', dedi. Plan da, 'tam o yere bir defaya mahsus olmak üzere o kelimeyi koyabilirsiniz. Böylece, tek oluşu da anlaşılmış olacaktır', dedi. Gerçekten de, kitapda bir yerde bir tek defa Allah kelimesi geçmektedir."

(III:1-28,32) Dr. Rafet Kayserilioğlu'nun şahitliği:

Bedri beyi 1949'da tanımış, 1954'den sonra birlikte çalışmışlar.

"Fiilen çalışmalara iştirakim ise 1954'e rastlar. O sıralarda cemiyette dersler veriliyordu. Hipnotizma denemeleri de yapılıyordu. Süjelerden birisi Metin Sakik'di. Sonraları bu çalışmalar cazibesini kaybetti, monoton olmaya başladı, takip edenlere birşeyler vermez oldu. Sonra, Bedri bey bu çalışmaları kısıtladı. Daha sonraları da cemiyet çalışmalarıyla ilgisini azalttı. Nihayet, istifa etti. Sonra, benim medyumluğum başladı. 'Meşale' isimli bir varlıkla temas kuruldu. O sıralarda Bedri bey bir ümitsizlik devresindeydi. Bedri bey bu devre esnasında bizlere bilgi vermiyordu. Meşale'nin celseleri, haftada bir yapılmak üzere, iki yıl kadar sürdü ve yüz küsur celse teşkil etti. Sonra, Mehmet Fahri Öğretici'nin celseleri başladı. Bir süre Hikmet Omay'la çalışmalar yaptı. En sonunda da Attila Güyer'in medyumluğu ile 'Önder' planının celseleri yapıldı. Ve malum kitabı tamamladı."

(III:1-2) Hikmet Omay'ın şahitliği:

Bedri beyi ilk defa 1946-47 senesinde tanımış.

"Ben bazen, bu adam bana nasıl inanıyor, diye çok düşünmüşümdür. Yazıyorum, ama bütün bu yazıp söylediklerim hakikaten ruh aleminden mi geliyor, yoksa ben de birşeyler katıyor veya hepsi benden mi çıkıyor, diye düşünmüşümdür."

(III:1-21) Hidayet Ruhselman'ın şahitliği:

Bedri beyin kızkardeşidir.

"Medyumlar vasıtasıyla alınan bazı tebliğlerde, 'senin vazifen bittikten sonra bu âlemde artık işin kalmayacak, ondan sonra geleceksin' denmişti."

———oOo———
 

Tiversonus

#1
Dr. Bedri RUHSELMAN kimdir ?

Türkiye'deki Ruhsal Araştırmalar'ın öncüsü olan Dr. Bedri RUHSELMAN, 1898 yılında, İstanbul'un Fındıklı semtinde, dünyaya geldi. Soy kütüğü, Kafkasya'da yaşayan Çerkezlerin Şapsığ koluna uzanır. Babası Bahriye Kolağası, (Kıdemli Yüzbaşı) Askeri Cerrah Cemal Efendi, annesi ise Kastamonu Kale Kumandanı Binbaşı Hüsnü Efendi'nin kızı Safiye Hanım'dı.

İlkokulu bitirinceye kadar İstanbul'da oturdular. İlkokula Şemsi Mekatip'te başladı. Çocukluğunun ilk yılları İstanbul'un Fındıklı semtinde geçen RUHSELMAN, 1902 yılında babasının Çanakkale'ye tayin olması nedeniyle, ilk ve ortaokulu Çanakkale'de tamamladı. Çocukluğunun ilk yıllarında geçmiş yaşamı ile ilgili bazı hatırlamalar yaşamıştır. "Ruh ve Kâinat" adlı eserinin 944. sayfasında bu konudan kendisi şöyle bahsetmiştir:
"Çocukluğumun hangi zamanında başladığını bilemediğim, 4-5 yaşıma kadar beni takip eden bu hatıranın, o zamanki canlı tesirlerini hâlâ az çok duyabiliyorum. Bazen bir çocuk merakı ile, bu hikâyenin ne zaman meydana geldiğini annemden sorardım. O, önce, bir rüya görmüş olduğumu düşünerek, bana baştan savma cevaplar vermekle yetinmişti. Fakat bilahare devam eden ısrarlarım karşısında, nedense bazı endişeler duymaya başlamış ve beni şiddetle tehdit ederek, bir daha böyle şeyleri konuşmaktan menetmişti. Beş yaşından sonra bu hatıralar yavaş yavaş kuvvetini kaybetti ve canlı sahneler yerine sönük ve silik birtakım klişeler sürekli olmaya başladı. Bu hikâye aşağı yukarı şu idi: Ben yine bir çocuktum, fakat başka bir çocuktum, annem ve diğer 2-3 kardeşimle beraber (O tarihte yalnız bir kardeşim vardı!) bir seyahatte bulunuyoruz. Denizdeyiz ve bir kayığın içindeyiz. Yanımdaki annem ve kardeşlerim şimdikilere hiç benzemiyor. Büyük bir limandayız. Bu limanda bir manzara var ki, benim merakımı en çok uyaran bu oluyor. Zira bu, mutat olarak gördüğüm şeylere benzemiyor, fakat bana aynı zamanda, çok yakın ve mutat görünüyor. Deniz üzerinde veya sahillerde büyük tesisata bağlı ve asılı duran terazi kefeleri gibi birtakım şeyler var, ama bunların üzerinde silâhlı adamlar duruyorlar ya da bazı şeyler yapıyorlar. Nihayet büyük makineler, kalabalık sahiller ve birçok görmediğim insanlar içinde hatıram bulanıyor ve siliniyor. Bu gördüğüm şeylerin hiç biri, o zamanki alışılmış yaşamımda yoktu. Burası neresi idi, bu gördüğüm adamlar kimlerdi, ben buralara ne vakit gitmiştim? İşte o zamanlarda kafamı işgal eden meseleler bunlardı. Acaba bu, gerçekten bir rüyanın izlenimi miydi? Bu mümkündür, bir çocuk birçok rüya görebilir. Fakat gördüğüm rüyalardan hiç birisi bende bu kadar, içinde yaşanmışçasına canlı bir sahne izlenimi bırakmamıştı."

RUHSELMAN, on yaşındayken müziğe olan ilgisi nedeniyle keman dersleri almaya başlar. Keman derslerini veren hocası Kâzım Efendi'ye göre, müziğe olan yeteneği çok fazladır.

12 yaşındayken, eline ruhlarla irtibatı konu alan küçük bir cep kitabı geçer. Ve onu gizlice okumaya başlar. Gizlice okur çünkü babası bu tür konularla ilgilenmesini kesin olarak istememektedir. Ama RUHSELMAN, tavan arasında, kendi kendine ufak celse denemeleri yapmaya başlamıştır bile. Hatta bir gün, okuduğu kitaplardan birinde, ölen insanların Kabir Azabı yaşadıkları bir dönemin olduğunu ve imamın mezar başında talkın vermesinden sonra, bazı olayların ortaya çıktığının yazılı olduğu bir bölüme rastlar. Bu konu onun son derece ilgisini çeker. İşin gerçeğini anlamak için bir cenazenin peşine takılır, kabristana gider ve orada sabahlar. Ve ruhsal olaylara olan ilgisine böylelikle başlamış olur.
15 yaşına geldiğinde, bu kez babasının ve onun bazı arkadaşlarının yanında, ilk celse deneyini yapar. Kendisinin belirttiğine göre, bu celsede bir savaşın çıkacağı söylenir. Nitekim 1914'te, Birinci Dünya Savaşı patlak verir. Bu nedenle ailesi, RUHSELMAN'ı bir denizaltı ile İstanbul'a yollar. Bundan böyle lise öğrenimine Kabataş Lisesi'nde devam edecektir. Lise eğitimi sırasında, aynı zamanda keman dersleri de almaktadır. Hocası ise, o dönemde İstanbul'da bulunan üstat kemancı Bay Braun'dur. RUHSELMAN, keman alanında o kadar çok ustalaşmıştır ki, hocası bazı prenslere RUHSELMAN'dan ders almaları için referanslar vremeye başlamıştır. 1916 yılında Kabataş Lisesi'ni bitirdikten sonra Tıbbiye'ye girer. Ailesi de İstanbul'a gelmiştir. RUHSELMAN'ın eline o dönemlerde, "Hakikat-ı Muhammediye" adlı bir kitap geçer. Bu kitapta cennet anlatılmaktadır. Cennete kimlerin gireceği belirtilmekte, en üst sırayı da şehit olanların alacağı vurgulanmaktadır. Genç RUHSELMAN bu kitaptan o kadar çok etkilenir ki, o sıralarda devam eden Çanakkale Savaşı'na katılmaya karar verir. Hemen askerlik şubesine gider ve kaydolur. Ve bunu da kimseye söylemez. Ertesi gün büyük bir gönül rahatlığı içinde, Bab-ı Ali yokuşundan inerken, kahve önündeki tahta sedirde oturmuş bir adamın gazete okuduğunu görür. Tam adamın önünden geçerken, rüzgârın etkisiyle gazetenin sayfası döner ve arka sayfadaki bir ilân gözüne çarpar. Bu dikkat çekici ilânda, Aksaray semtinde bulunan bir falcının geleceği okuduğu belirtilmektedir. Bu tür esrarengiz konulara zaten meraklı olan RUHSELMAN, bu falcıya gidip, geleceğini öğrenmeye karar verir. Çünkü, savaşa gidip şehit olmayı amaçlayan RUHSELMAN, muhtemelen falcıdan bunun olup olmayacağını öğrenmek istemektedir. Aksaray'a falcının yanına gider. Onu bir odaya alırlar. Saatlerce bekler. Ne gelen vardır, ne giden. Neden sonra çok yaşlı, sakallı, titrek bir ihtiyar, değneğine dayana dayana gelir, karşısında durur. RUHSELMAN'ı görür görmez, yarı trans durumunda bağırmaya başlar:

- "Cerrahın oğlu, cerrahın oğlu, ne cenneti? Deli misin sen? Cennete gideceğin yok. Sen bu işten vazgeç ve eğitimini tamamla. Haydi kalk, yıkıl karşımdan."

Falcının bu hiddeti karşısında büyük bir korkuya kapılır. Düş kırıklığı içinde oradan ayrılır. Ve yolda düşünmeye başlar. Bu falcı adam babasının işini, kendisinin öğrenci olduğunu, askere yazıldığını ve cennete gitmeyi düşündüğünü bir anda söylemiştir. Heyecan içinde fırlar, olup biteni kavramıştır... Eve gelir. Durumu ailesine anlatır. Evde bir telâş başlar, çünkü biraz sonra RUHSELMAN'ın, gidip askerlik şubesine teslim olması gerekmektedir. Bedri RUHSELMAN'ın yüzbaşı olan dayısı onu alır ve o sıralarda subayların gelip gittiği, Sirkeci'deki Meserret Kahvehanesi'ne götürür. Oradaki birkaç subayla birlikte, ne yapılabilir diye konuşmaya başlarlar. Masada bu tartışma sürerken ilginç bir olay olur. Yan masada oturan bir subay konuşmaları duymuştur. Masaya dönerek ne olduğunu sorar. Dayısı olan biteni anlatır ve çaresiz kaldıklarını söyler. Çakmak mavisi gözleriyle bunları sessizce dinleyen subay başını sallar ve genç RUHSELMAN'a dönerek şunları söyler:

- "Oğlum, duyguların çok güzel. Vatan için ölmek şereftir, ama sen çok gençsin ve okuyorsun. Evet, milletimizin askere ihtiyacı var, ama okumuş insana daha çok ihtiyacımız var. Savaşta insan bir kere ölür, ama okumuş bir insan yaşayarak, vatanına her gün hizmet eder. Sen de eğitimini tamamla ve milletine bu yolda hizmet et!"

Sonra cebinden bir kart çıkarır. Üzerine bir şeyler yazar ve "Bunu Savaş Bakanlığı'na verin ve bu çocuğun adını sildirin." der. Dayı ve yeğen sevinçle kartı alırlar. Kartın üzerinde şu isim yazmaktadır: "Miralay Mustafa Kemal"
(Tüm yakınlarına sonradan anlattığına göre, bu olay daha sonraları RUHSELMAN'ı çok etkileyecektir.)

1920 yılında RUHSELMAN, Tıp Fakültesi'nin dördüncü sınıfındadır. Bu arada da keman dersleri devam etmektedir. Özellikle Adli Tıp hocası Saim Ali Bey, onun müzikle ilgili çalışmalarını çok desteklemektedir. Müzik sevgisi daha ağır bastığı için, RUHSELMAN tıbbiyeyi bırakmaya karar verir. Hedefi, Avrupa'da müzik eğitimi görmektir. Ancak bunun için para gereklidir. Sonunda o da bulunur. O dönemin geleneklerine göre, Kadıköy Bostancı'da oturan Mısırlı bir Prenses, kendisini himayesine alır ve ona mali yardımı sağlar.

Dr. Bedri RUHSELMAN 1920'de Prag'da. Konservatuarı bitirdikten sonra, "Meister Schule"nin, (Virtüöz Okulu'nun) sınavlarına girer. Çok zor olan bu sınavı vermeyi başarır. Son sınıfın ikinci yarısına kadar, bu okula devam eder. Gayet parlak derecelerle ilerleyerek, keman dalında virtüözlük derecesine yükselir. Bedri RUHSELMAN, Prag'daki müzik eğitimi sırasında tanıştığı bir kişiden, ruhçuluk konusundaki ilk bilgilerini alır. Bu eğitimin yanı sıra, metapsişik araştırmalara da başlar. Fransızca, Almanca ve biraz da İngilizce bilmenin verdiği avantajla, teorik ruhçuluğu dünya literatüründen çok iyi izleyebilmektedir. Allan Kardec, Gustave Geley, Charles Richet, Léon Denis gibi Klasik Ruhçuluğun öncülerinin yazmış olduğu ciddi eserleri iyice inceler. RUHSELMAN kitaplardan okuduklarını uygulayarak ipnoz öğrenir. Fakat kendisine mali destek sağlayan prensesin maddi durumu bozulur. Bu yüzden virtüözlük sınavlarına giremeden, Türkiye'ye dönmek zorunda kalır.

Cumhuriyetin ilânının ilk yıllarıdır. Türkiye'ye dönen RUHSELMAN, Anadolu'nun çeşitli kentlerinde 1926 ile 1933 yılları arasında müzik öğretmenliği yapar. Ve sonunda, yarıda bırakmış olduğu Tıp Fakültesi'ne yeniden girer. Üniversiteden mezun olduktan sonra, Profesör Frank'ın yanında uzmanlık eğitimi görür ve dahiliye uzmanı olur. Ardından İzmir'de bir muayenehane açar. Bu arada spiritüel araştırmalarına devam etmektedir.

1936 yılında ünlü Müzikolog Hüseyin Sadettin Arel'in medyomluğu aracılığıyla, ilk ileri düzeydeki ruhsal bilgi celselerine başlar. Kendisini "Üstat" adıyla tanıtan bedensiz varlık, bu celselerde oldukça ileri seviyeli bilgiler aktarmıştır.

Bu bilgilerle, Dr. Bedri RUHSELMAN'ın gelecekteki bilgi çalışmalarının temelleri atılmaya başlanmıştır. 20 celse süren bu ruhsal irtibat celselerinin sonunda, "Üstat" adlı bedensiz varlık: "Bu irtibatın devamı, sizin ölçülerinize göre uzunca bir zaman sonra olacaktır" diyerek celselere son verir.Bu uzun zaman tam 11 yıl sürmüştür.

Bu süre içinde Dr. RUHSELMAN, verilmiş bilgilerin sentezini yapmaya çalışmıştır. Alınan bu bilgiler Yeni Ruhçuluğun doğmasına zemin hazırlamıştır. Dr. Bedri RUHSELMAN bir süre Bakırköy Akıl Hastanesi'nde çalışır ve incelemeler yapar. Doktorluğa başladıktan sonra "Fener" adlı bir dergide yazıları yayınlanır.

Bu dergi, Mart 1938'de yayın hayatına başlar. Ancak parasal sorunlar yüzünden 1938 Ağustosu'nda, kapanır. Dr. RUHSELMAN 1940-1941 yıllarında, yedek yüzbaşı rütbesiyle doktor olarak askerliğini yapar. Askerlikten sonra, spiritüalizmle ilgili çalışmalara yine devam eder. Bu arada Afganistan, Türkiye'den doktor istemektedir. Dr. Bedri RUHSELMAN birkaç doktorla birlikte, 1943 Martı'nda Afganistan'a gider. Doktorlar arasında, ilk Türk spiritüalistlerinden olan Dr. Sevil Akay da vardır.

Dr. RUHSELMAN Kabil'deki Rıfkı Sanatoryumu'nda üç yıl süreyle başhekimlik görevini yürütür. Bu ülkede çalışırken, bir ara Hindistan'a gidip orada kalma girişiminde bulunur. Fakat İngilizler bunu kabul etmez. Afganistan'da geçen bu üç yıl içinde deneysel çalışmalarını sürdürür. Aynı zamanda üç ciltlik "Ruh ve Kâinat" adlı kitabını tamamlar. 1946'da yurda dönen Dr. RUHSELMAN, bu çok önemli eserini yayınlar.

Bu kitabı yurdumuzda, ruhçuluğun ve metapsişik çalışmaların tanınmasına olanak sağlamıştır. "Neo-Spiritüalizm" ismini verdiği, bu alanda yeni bir ekol kurar. "Ruh ve Kâinat" kitabında bütün ruhsal konular ele alınmıştır. İnsan, ruh, ölüm, ölüm ötesi, tekâmül, vicdan, kader gibi önemli konular hakkında bilgiler verilmektedir. Tekrardoğuş konusu bilimsel açıklama ve örneklerle ortaya konmuştur.

1947'de, İzmir'de doktorluk mesleğine devam etmiştir. Orada da bir celse grubu kurarak metapsişik çalışmalarına devam eder. Bu arada, İstanbul'da bulunan grupla da bağlantıyı devam ettirir. Doktorluk yaptığı yıllarda ücret karşılığı hasta bakmaktan hep çok rahatsız olduğu ve ücret almayı hiç içine sindiremediği bilinmektedir. Sonunda muayenehaneyi kapatarak, İstanbul'a geri döner.

Artık, ruhsal bilgi çalışmalarına daha fazla zaman ayırmak istemektedir. Bu nedenle, maaş karşılığı çalışabileceği bir iş aramaya başlamıştır. Ve böyle bir fırsat da eline geçer. Akdeniz'de, Marsilya hattında çalışan Ankara Yolcu Gemisi'nde doktorluk yapmaya başlar. Böylelikle kamarasında rahatlıkla spiritüel konuları araştırmaya bol bol zaman bulur.

1948 yılında Ankara ve İstanbul Üniversiteleri'nde ruhçuluk üzerine bir dizi konferanslar verir. Büyük bir bölümü celse çalışmalarından oluşan "Ruhlar Arasında" adlı kitabını 1950'de yayınlar. En büyük amacını gerçekleştirmek üzere bir dernek kurmayı hedeflemektedir. Bu nedenle, Taksim Sıraselviler'de, Billurcu Çıkmazı'nda bulunan harap bir yeri düzenleyerek kullanmaya başlar. Resmi olarak, 30 Mart 1950'de "Metapsişik Tetkikler ve İlmi Araştırmalar Derneği"ni kurar.
Kurucuları: Dr. Bedri RUHSELMAN, Dr. Sevil Akay, Avukat Suat Plevne, Muammer Bayurgil ve Nurettin Özmen'dir.
Dr. Bedri RUHSELMAN 1951'de "Allah" adlı kitabını yayınlar. Ankara'da yayınlanan "İç Varlık" adlı dergide de makaleleri çıkmaktadır. Yine bu dönemde Metapsişik Tetkikler ve İlmi Araştırmalar Derneği, Uluslararası Spiritüalizm Ruhçuluk Federasyonu'na üye kabul edilir. Aynı yıl Stockholm'de Uluslararası Spiritüalizm Kongresi yapılmaktadır. Dr. RUHSELMAN bu kongreye, "Medyomluğun ve Ruhların Dünyamızdakilerle Görüşme ve Münasebetlerinin Neo-Spiritüalizma Görüşü ile İlmi İzahı" başlıklı 61 sayfalık bir rapor sunar. Böylece kongreye katılan 15 ulusun yanında ilk kez Türkiye de yer almış olur.
Bu rapor ayrıca dünyadaki çeşitli ruhçu merkezlere dağıtılmış ve çok olumlu yankılar uyandırmıştır. Dr. Bedri RUHSELMAN'a, Londra'daki Uluslararası Spiritüalizm Federasyonu Başkanı Hitchcock'tan, hayranlık dolu bir mektup gelir. Bu rapor aynı zamanda, "Medyomluk" adıyla Türkçe olarak da yayınlanmıştır.

RUHSELMAN 1952'de "Ruh ve Kâinat" adlı bir dergi yayınlamaya başlar. Ancak maddi imkânsızlıklardan dolayı 18. sayıdan sonra dergisini kapatmak zorunda kalır. 1953'te de "Mukadderat ve İcabat" adlı kitabını yayınlar.

Arkadaşlarıyla birlikte gerçekleştirdiği celse çalışmalarında kehanet niteliği taşıyan bilgiler de elde edilmiştir... Bunlar noterlikçe tastik ettirilmiş ve bunların tamamı gerçekleşmiştir.

Dr. RUHSELMAN'ın bu dönemdeki çalışmaları tipik bir idealist insanın faaliyetlerine benzer. Yazılarını yayınlatmaya çalışır, broşürler bastırır, sokaklarda dağıttırır. Ruhsal bilgileri daha geniş kitlelere ulaştırabilmek için tüm maddi zorluklar içinde elinden geleni yapmaya çalışır.

Kendilerini "Kadri", "Mustafa Molla", "Şihap", "Kemal Yolcusu" gibi isimlerle tanıtan ruhsal varlıklarla kurduğu önemli ruhsal irtibat celselerinden sonra, "Rehber" adlı varlığın celseleriyle ikinci büyük faaliyetine başlamıştır. Bu celselerden sonra, 1957 yılına kadar üç yıllık bir ara döneme girilir. 9 Aralık 1958 tarihinde, yine bir kehanet tebliği alınmıştır. Dr. Bedri RUHSELMAN'ın operatörlüğünü yaptığı celse, notere onaylatılmıştır. Bu kehanet,Türkiye'nin belirli yerlerinde meydana gelecek sel felâketlerini 50 gün öncesinden haber vermektedir. Ve olaylar aynen gerçekleşmiştir.

1957 - 1960 YILLARI ARASI

1957 yılında celse çalışmaları hiç olmadık şekilde çok ileri bir boyuta ulaşmıştır. Genç yaşta aldığı bilgiler Dünya Spiritüalizmi'ni yeni ufuklara taşımıştı, şimdi ise aldığı bilgiler Spiritüalizm'in sınırlarını aşmış evrensel bir kültürün bilgeliğine doğru ilerlemeye başlamıştı. Daha önce kurduğu dernekte çalışmalarını sürdürmesinin mümkün olmadığını anlamış ve çok küçük bir grupla özel çalışmalara başlamıştır.

Kendi kurmuş olduğu "Metapsişik Tetkikler ve İlmi Araştırmalar Derneği"nden 1957'de istifa ettikten sonra 1958 Eylülü'nden başlayıp 1959 Ağustosu'nda son bulan çok farklı ve çok önemli ruhsal irtibat celseleri gerçekleştirmiştir.
Bu "Celse Çalışmaları"nda elde ettiği bilgileri bizzat kendisi düzenledikten sonra, bunları yayınlamamış ve üç kişiye emanet etmiştir. Bu bilgileri saklamak ve zamanı gelince insanlıkla paylaşmakla görevli kişilerce bu bilgiler şu anda halen muhafaza edilmektedir. Bu bilgiler üzerinde şu anda faaliyet gösteren hiçbir dernek ya da grubun söz hakkı yoktur.

1958 yılından günümüze kadar saklanmış olan bu bilgilerle ilgili zaman zaman çeşitli spekülasyonlar ortaya atılmıştır. Özellikle de kendisinin kurduğu ancak sonra istifa ettiği Metapsişik Tetkikler ve ilmi Araştırmalar Derneği üyelerince; bu bilgiler üzerinde söz hakkı bulundukları ve bu bilgileri kendilerinin yayınlayacakları iddiası bazen açık bazen ise üstü örtülü olarak bir propoganda aracı haline getirilmiştir. Bu emanet üzerinde ne kendilerinin ne de bir başka vakıf ya da derneğin hiçbir söz hakkı yoktur. Bu durum, bu emaneti ellerinde bulundurulanlarca da defaatlerce şu anda BİLYAY VAKFI adında faaliyet gösteren eski Metapsişik Tetkikler ve ilmi Araştırmalar Derneği mensuplarına duyurulmuştur.

Dr. Bedri RUHSELMAN tarafından üç kişiye emanet edilen bu bilgiler daha sonraları "Bilgi Kitabı" ismiyle anılmaya başlanmıştır. Ancak ne yazık ki, bu ismi bile dejenere etmekte gecikmeyen ve kendilerine "Mevlanacılar" olarak medyadan tanımış olduğunuz, bir başka ruhçu grup sahneye çıkmış ve Bülent Çorak isimli bir bayanın almış olduğu; ne ezoterik ne de ruhsal kültürle uzaktan yakından bir ilgisi olmayan (bize göre obsesif) tebliğlerini Bilgi Kitabı ismiyle yayınlamışlardır. Bu kitabın da Dr. Bedri RUHSELMAN'ın emanetiyle hiçbir ilgisinin bulunmadığın özellikle vurgulamak isteriz.

Dr. Bedri RUHSELMAN'ın dünyaya gelişinin gerçek amacı, bize göre hayatının son yılları içindeki çalışmalarını oluşturan, bu bilgilerdi. Derlemiş olduğu bu bilgilerle ilgili olarak, "Bu, hiçbir zaman benim eserim değil, Yukarı'nın eseridir" demiştir. Biz de inisiyatik edebimiz gereği kendisinin söylemiş olduğu bu sözün üzerine hiçbir şey ilave etmiyor ve her şeyi zamanın akışıyla anlamaya çalıştığımızı sizlere duyurmak istiyoruz.

Bu arada şunun da özellikle altını çizerek söylemeliyiz ki: "Bu emanetle, SINIR ÖTESİ YAYINLARI olarak bizim de hiçbir söz hakkımız ve inisiyatifimiz yoktur.

Dr. Bedri RUHSELMAN, vazifesini gerçekleştirdikten sonra 1960 Şubatı'nda, bu dünyadan ayrılmıştır... Emaneti olması gereken yerde ve emin ellerdedir...

Kendisini saygı ve sevgiyle anıyoruz...
 

Tiversonus

#2
Artık bilgilenme çalışmalarının çok hızlandırılarak, yaşama biran evvel uygulanması zamanının gelmiş olduğu bilinciyle, sizlere şu kısa dönemde en az sözle, en kısa sürede, en önemli hazırlığın nasıl olabileceğini aktarmaya çalışacağım.

Öyle bir zamandayız ki, artık sarf edeceğimiz sözlerin ne kadar akıl dışı, ne kadar çarpıcı olduğuna dikkat etmenin dahi zaman kaybı olduğu, derhal olayın özüne girilmesi gereken dönemleri yaşıyoruz. Düşünün ki sizlere önemli bir gerçeği aktarmak için bu yazıyı biraz daha uzatırsak, gelecek sayı elinize bir ay sonra ulaşacağından, aylar heba olup gider. O zaman bilinmesi gereken önemli gerçeği, yapılması gereken hazırlığı ve varılması gereken bilgeliği çarçabuk oluşturmamız en önemli konumuzdur.

Birçok değişik kaynaktan bildirilen, "tüm zamanların en önemli olayı"nın arifesinde bulunuyoruz artık!. Bu olay dünyanın yepyeni bir çağa geçmek üzere olduğu ve doğum sancılarının çok yakında başlayacağıdır. Ancak, sancılara değil "doğacak olana" odaklanmamız gerektiği için, bugünün endişesiz ve gereken bilince ulaşma farkındalığı içinde geçirilmesi lazımdır. Konuda ilerledikçe hem olayın ayrıntılarını hem de nasıl bir bilgelik bilincinde olunması gerektiğini işleyeceğiz.

Neyin niçin olmakta olduğunu bilmemek insanı en büyük endişe ve telaşa sevk edebilir. Dolayısıyla şu günler, neyin olmakta olduğunu bilmeye en çok ihtiyaç duyulan günlerdir. Neyin olmakta olduğuyla ilgili olarak şimdi değişik kaynaklardan gelen mesajlara bir göz atalım:

1958 yılındayız. Türkiye'de Spiritüalizma kaynaklı bilgilerin öncüsü olan Dr. Bedri Ruhselman, medyomu vasıtasıyla, yaşamının en önemli vazifesi kabul ettiği ve çok yüksek bir ruhsal plandan bildirilmekte olan bir kitap çalışması yapmaktadır. Bu bilgiler o denli yüksek bilgiyi ve çarpıcı gerçekleri içermektedir ki; Dr. Ruhselman bile onca yılının bilgi olgunluğuna rağmen heyecan ve huşu içerisinde kalmış, ancak bu eseri insanlığa sunmanın sorumluluğunu ve keyfini de beraber yaşamaktadır.

Kitap biter; yayına hazırdır! Fakat ruhsal plan bu eserin şimdi değil ileride yayınlanacağını belirtir. İnsanların ileride çok önemli ve kritik bir zamanda faydalanmaları için yazıldığı bildirilen kitabı notere teslim etmesi bildirilir Ruhselman'a. Onun bu çok kritik zamanda ne olacağını ısrarla sorması üzerine de ruhsal plan o olayı bir vizyon (görüntü) olarak Bedri beye gösterir. Olay Bedri beyi çok etkileyen bir kıyamet (uyanış) görüntüsüdür. Dünyanın manyetik alanı ve manyetik ekseni değişmiş, büyük bir badire yaşanmaktadır. Bu, yeni çağa geçişin doğum sancıları olan badiredir. Zamanlaması ise "Dünya nüfusu yedi milyara vardığında.." tarzında verilmiştir. 1959 yılında kitap ileride yayınlanmak üzere Karaköy 5. noterine, teslim alma yetkisindeki kişilerin isimleriyle birlikte emanet edilir, ve 20 Şubat 1960'da Dr. Bedri Ruhselman görevini tamamlamış bir varlık olarak bu dünyaya veda eder. Bugün ise kitap emanetçisinin banka kasasında tutulmaktadır.

1959 yılında Dr. Bedri Ruhselman'a gösterilen bu görüntü, dünyanın manyetik değişime uğrayacağının ve yedi milyar nüfusa denk gelecek zaman olan 2011-2012 yıllarının bildirildiği spiritüel mesaj idi. Ancak yıllar sonra, 1980 ile 2000 yılları arasında yüzlerce spiritüel kanal mesajı, manyetik alan değişimini ve Yeni Çağ'a geçiş bilgilerini aktardı durdu. Ayrıca manyetik alan değişiminin, dünyanın "Büyük Değişim" öncesi en köklü değişimi olduğu haberleri verildi. İşte, bahsettiğimiz değişik haber kaynaklarından birtanesi bu "spiritüel kanalların" haberleriydi.

İkinci haber günümüzden bin yıl öncesinden geldi; Mayalardan..Hem de çok kısa bir süre önce ; 1996 da! Önemli bir zamanlama ile ortaya çıkan bu Maya mesajının aslında bize ulaşması neredeyse imkansızdı. İspanyol askerlerinin başında Amerika kıtasına çıkan Hernan Cortes, tarihte görülebilecek en büyük barbarlık örneğini göstererek Maya medeniyetini yok etmiştir. Önce altınlarını verirlerse bağışlayacağı sözüne rağmen, Maya kralının ve halkının tüm altınlarını teslim aldıktan sonra hepsini kılıçtan geçirmiş, en korkuncu da, ne kadar yazma, kitap, belge varsa meydanlara doldurup yakarak Maya kültürünü yok etmiştir. Buna rağmen İlahi Plan Maya astronomisini içeren 3 ciltlik yazma eserin kurtularak bir şekilde Dresden kütüphanesine ulaşmasını mümkün kılmıştır ve eser kütüphaneci Ernst Förstermann'ın 1831-1838 yılları arasındaki çözümleyici çalışmalarıyla beraber basılmıştır.

İngiliz donanmasında subay olan Maurice M. Cotterell, gemilerdeki personelin, güneşin belirli periyotlarında girdikleri asabiyet hallerini inceleyen bir çalışma yapmaktaydı. Daha sonra ilginç ve kapsamlı bir güneş araştırmasına dönüşen çalışmalarını donanmadan ayrıldıktan sonra da devam ettirdi. Güneşin çeşitli periyotlarının araştırılmasını günümüz biliminin ve bilgisayar verilerinin yardımıyla oldukça ileri tekniklerle hesapladı ve son aşamalarına vardırarak 5 ayrı devre tespit etti. Bu devreler güneşin üzerinde beliren lekelerle ilgili devrelerdi ve en son, içinde bulunduğumuz devre süresini de 1.366.040 gün olarak hesapladı.

Bu arada çok ilginç bir şey oldu ve eline Maya güneş takviminin çözümünü içeren Dresden kopyaları geçti. Cotterell orada gördüğüne inanamadı! Mayalar da kendisi gibi güneş takvimi devirlerini 5 devreye ayırmışlar ve içinde bulunduğumuz devrenin süresini 1.366.560 gün olarak kabul ediyorlardı. Bu iki sayı birbirine tesadüf olamayacak kadar yakındı. Şaşıran Cotterell derhal Meksika'ya gidip müzedeki eserler üzerinde ve Maya piramit mezarlarında incelemeler yaptı.

Sonuçta Mayaların olağanüstü astronomlar olduğunu ve bize kesin bildikleri şu gerçeği ilettiklerini keşfetti: "Dünya ve insanlık 5. güneş dönemini yaşamaktadır. Bundan önceki 4 güneş dönemi daima bir kıyametle sonuçlanmış ve 1.366.560 gün sürecek olan bu içinde bulunduğumuz devre de 2012 yılında bitecektir"
Maya kehanetleri olarak bilinen bu tarihi, "National Geographic Channel" televizyonda bir program yaparak açıklarken şu bilgiyi de verdi:" Mayalar muazzam astronomlardı ve günümüzdeki son güneş tutulmasını dahi o tarihte, yıl ve gününe kadar doğru hesaplayıp bildirmişlerdir."


Maya kehanetinin 1996 gibi yakın bir tarihte keşfedilip bize ulaşması; insanoğlunun, yaklaşan en önemli zamanın İlahi Bilgilendirme Mekanizması tarafından haberdar edilmesidir.
Ruhsal kanallardan ve tarihten gelen bu iki ayrı kaynağın mesajlarını, başka iki kaynağın mesajları izledi. Bilimsel kaynak ve İlahi, mucizevi bir diğer kaynak!...



Alıntı: Işık Yazan
 

Alemtac

#3
Dr. Bedri Ruhselman'dan gerçeğimiz;

Hani ruh dedik ya, O Allah'ın nefesi dedik ya, işte O dur tek tek dolaşan her alemde ve Dr. Bedri Ruhselman batıda yeşermiş olan klasik spiritüalizmi ele alıp geliştirmiş ve insanlık ufkunu sonsuzluğa yönelterek Ruhçuluk anlayışını doktoriner tarzda insanlığa sunmuştur.

1- Bütün yaratılmış olanları var eden, yaratan Allah'tır. Yaradan, her dilde başka isimle anılmış ve herkesin görecelik anlayışına göre kimlik almıştır.

2- Allah'ın vücut verdiği yaratıklar bizim idrak alanımıza girmeyecek bir sonsuzluk içinde yayılıp giderler ve bu sebeple onlar bizim için ezeli ve ebedidirler.

3- Allah'a hiçbir kimlik yakıştırılamaz çünkü O, Mutlak'tır. Yaratıklar ise görecelidir. "Mutlak" sözcüğünden çıkardığımız anlam; hiçbir şeyle, hiçbir şekilde karşılaştırılması söz konusu olmayandır.

Bu nedenle Yeni Ruhçu bir görüşle; Allah hakkında, büyüklük, küçüklük, iyilik, fenalık, bilicilik, bilmeyicilik gibi her zaman zıtlarıyla karşılaştırılan eksik sıfatların hiçbirinin söz konusu olmayacağına inanmış bulunuyoruz. Bizim O'nu anlamaktaki bu güçsüzlüğümüz O'nun mutlak değerini ne büyütür, ne de küçültür. Bundan da bize ne bir mükafat ne de bir ceza gelir.

4- Yaratılış, bizim düşünme ve duygulanma yeteneğimizin dışında kalır. "Yoktan var olmak" sözü, bizim hiçbir zaman anlayamayacağımız anlamları içerir. Biz, yokluğu hiçbir zaman idrak edemeyiz ki, ondan var olma halini düşünüp, duyabilelim!

5- Demek ki, "Allah bizce söz konusu olmayacak şekilde ruhları yaratmıştır, onlara vücut vermiştir," gibi çok eksik ve kusurlu bir ifadeden başka herhangi bir söz söyleyemeyiz.

6- Ruh, tesirlilik gücüne sahip şuurlu bir varlık olmakla beraber; onda toplanmış olan bütün nitelikler bizim bildiklerimiz ve anlayabildiklerimizle sınırlı değildir. Ruhun becerileri, madde evrenindeki maddesel bağları oranında kararmış ve gözden kaybolmuş durumdadır.

7- Ruhlar madde evreninde tekamül ettikçe yani görgü ve deneyimleriyle madde üzerindeki tesirlilik kudretlerini kullanabilme imkanlarını genişlettikçe, kendilerinde saklı bulunan yüksek beceriler de yavaş yavaş artan bir şekilde gelişme ortamı bulur ve onlar da o oranda maddesel tutsaklıktan kurtulurlar.

8- Ruhların tekamülü zorunludur çünkü onların maddelere bağlanmalarının amacı, kendilerinde saklı bulunan, maddelerle ilgili bütün becerilerinin yavaş yavaş ve yükselen bir şekilde gelişmesiyle tesirlilik kudretlerini maddesel evrende de özgür olarak gösterecek bir duruma gelmektir.

9- Tekamül, ruhların ancak maddesel evrenle olan ilişkileri bakımından söz konusudur. Daha doğrusu tekamül, doğa kanunları gereğince ebedi olması gereken ruh ile madde arasındaki ilişkilerin, yine doğa yasalarına her noktada uygun bir durumda gelişmiş olmasıdır. Bu nedenle biz madde evreniyle olan ilişkileri dışında ruhun hiçbir varlığını, hiçbir etkinliğini nasıl idrak edemiyorsak, onun ebedi sonundan da söz edemeyiz. Bu nedenle, onun maddesel evren dışındaki tekamülü de bizce söz konusu olamaz. O halde ruhların tekamülü demek, onların maddelerle olan ilişkilerinin tekamülü demektir.

10- Demek ruhlar görgü ve deneyimlerini arttırmak için maddesel evrene zorunlu olarak bağlanırlar. Bu durumu zorunlu kılan İlahi Yasalardır, daha doğrusu bu yasaların gereklerine susamış ruhun kendi oluş halidir. Bu durumda, ruhların maddelere bağlanması bir neden değil, sonuçtur ve bu sonuç ruhları tekamül amacına ulaştırıcı bir araçtır. İşte Yeni Ruhçuluk düşüncesi; klasik deneysel ruhçuluk izleyicilerinin birçoğundan, birçok skolastik felsefe düşüncesi sahiplerinden ve özellikle eski Hindistan'dan, Budizmden kaynağını alan birçok dinsel ve felsefi anlayışlardan bu şekilde ayrılır.

11- Yaratıkların göreceli oluşu ve meydana gelmiş olması, onların yönetilmesinin zorunlu olduğu sonucunu verir. Yönetim bir düzene bağlıdır. Düzen de bir takım yasalarla disiplin altına alınmıştır. Yasasız düzen ve düzensiz yönetim olmaz.

Yaratıkların düzeni, doğa yasaları adıyla anmaya alıştığımız İlahi Yasalar'la sağlanır. Bu yasaların belirledikleri düzen görecelidir. Bu durum onların, göreceli değerde olan şuurlu etkileyiciler tarafindan uygulanma alanlarına çıkarılmasını gerektirir, çünkü kesinlikle hiçbir göreceli varlığın Mutlak'la karşılaştırılamayacağı bilinir.

Evren, İlahi Yasalar içinde ruhlar tarafından yönetilir ve ruhların da bu işi başarabilecek durumlara gelmeye çaba göstermesi, bu halin doğurduğu zorunluluklardan biri olur. Demek ki ruhlar, tekamül dereceleri oranında evreni yönetecek durumlara gelirler. Öte yandan, evreni yönetmenin sonu olmadığı gibi ruhların tekamüllerinin de sonu yoktur.

12- Yeni Ruhçuluk anlayışına göre bu sonsuzluk bir takım mistik ve doğmatik kaynakların inandığı gibi bizi, ruhların bir gün Allah olacakları ya da herhangi bir şekilde Allah ile ilişkide bulunabilecekleri düşüncesine hiçbir zaman götürmez.

13- Ruhun tekamülü madde evreniyle olan ilişkisinin gelişmesine ait olunca, bu ilişkilerin ebediyet içinde kesilmemesi gerekecektir, çünkü bu ilişkileri tamamlamış olmak, İlahi Yasaları tam olarak uygulayabilir bir duruma gelmek demektir.

14- Ruhların madde evreni içindeki tekamülleri için ruhlar, maddelerin en ilkel hallerinden en gelişmiş hallerine kadar sıralanmış bütün alemlerinde kendi ihtiyaçlarına göre bir süre yaşarlar. Böylece onlar her maddesel durumda, her maddesel aşamada ve her maddesel gereklilikte yoğurularak, yuvarlanarak görgü ve deneyimlerini arttırmak imkanını bulurlar.

15- Üç buutlu alemimiz, sonsuz madde evrenimizin oldukça geri bir aşamasıdır. Böyle olmakla beraber, bu ilkel aşama bile bize, bir ebediyet kadar uzun görünen zaman içindeki sonsuz maddesel oluş imkanlarını sunar.
Bu alemde birçok dünyalar vardır ve her bir dünya, henüz o dünyada görgü ve deneyimini tamamlamamış bir ruh için bir dev kadar büyüktür.

16- Üç buutlu alemin dünyaları ayni doğal şartlara bağlı değildir. Bunlar birbirinden çok farklı değişikliklerle ayrılırlar.

17- Her grupta tekamül eden ruhlar, o gruptaki dünyaların gereklerine ve zorunluluklarına uygun, ayni amaca yönelik farklı bir tekamül yolu izlerler. Bir ruhun üç boyutlu evrendeki tekamülünü tamamlayabilmesi için bütün bu dünya gruplarındaki tekamül yollarından geçmesi şart değildir.

18- Evrende her yer iskan edilmiştir. Her yerde, o yerin gereklerine, oluş şartlarına ve doğal yasalarına uygun şekilde tekamül eden ruhlar vardır. Maddesel evrende, maddesel zerreden arınmış boş bir yer yoktur. Ruhların etkilerinden uzak bir tek zerre de yoktur.

19- Gruplanmış olan bütün bu sayısız tekamül aşamasını çeşitli alemlerde tamamladıktan sonra ruhlar, üç buutlu alemde işlerini bitirmiş ve oralardaki maddesel olaylara egemen bir duruma gelmiş olurlar. Bu andan başlayarak, ayrı ayrı yollardan gelen ruhlar sembolik bir ifadeyle dört buutlu dediğimiz daha yüksek ve esaslı değişimler geçirmiş maddesel sıralamadaki bir aleme girerler. Bu alemde yine sonsuz olan ayrı ayrı tekamül imkanları içindeki iradeleriyle ve ihtiyaçlarına göre, belki tekrar ayrılacak olan yollarına devam etmek üzere birleşirler.

20- Dünyamızın içinde bulunduğu tekamül grubu öteki dünyalar arasındaki oldukça geri bir aşamayı oluşturur.

21- Tekrar doğuş sürecinde izlenen amaç; ruhların dünyadaki herhangi bir madde oluşumuna ait gereklerde fiilen yaşadıktan sonra, daha yüksek düzendeki madde gereklerinde de yaşamaya kendilerini hazırlamalarıdır.

22- Bu durumda, bazı klasik düşünce sahiplerinin kabul ettikleri tenasüh fikri, klasik Deneysel Ruhçuluk anlayışında olduğu gibi, Yeni Ruhçuluğun anlayışına göre de kabule uygun değildir.

23- Bir hayatta, şuurlu ya da şuursuz her ruh varlığının yapmakla yükümlü olduğu, kendi ihtiyaçlarına göre belirlenmiş bir takim işleri vardır. Burada varlıkların şuurlu ya da şuursuz olması, bu işlerin değerini, gerekliliğini ve sonuçlarını ne azaltır, ne çoğaltır, ne de ortadan kaldırır. Bütün varlıklar

Nedensellik Yasası içinde birbiriyle ilintili hayat şartlarına bağlı olarak dünyaya tekrar tekrar gelip giderek yükselirler.

24- Nedensellik Yasasi'ni tanımış olan ruh, tekamül yolundaki adımlarını daha önceki aşamalarda olduğundan daha çok hızlandırır. Bu döneme girdikten sonra, ruhun öteki gizli becerileri daha hızlı olarak ve daha güvenle gelişmeye başlar çünkü Nedensellik Yasasi'ni anlamış ve kabul etmiş olan ruh, doğa yasalarına ayak uydurmak için daha büyük çabalar harcar. Bu çabalar onun, İlahi Yasalar'in uygulanmasıyla vazifeli varlıklar sırasına geçmek yolundaki yürüyüşünü hızlandırır. Bu da, İlahi Yasalar'in gereğidir.

Demek ki insan, Nedensellik Yasasi'nin anlamını ne kadar iyi kavrayabilmiş ve onun gereklerini ne kadar yerinde uygulayabilecek bir duruma gelmiş ise, o kadar yüksek düzeyli bir insan halini alır, o kadar güçlü bir varlık olur ve sonunda ebedi yükselişindeki adımlarını çok hızlandırmış ve kolaylaştırmış olur.

25- İnsanın bir hayatta deneyimlerini başarıyla tamamlayabilmesi; "bütün fiil ve hareketlerini doğa yasalarına uydurmuş olmak" formülü ile gösterilebilir.

26- Doğa Yasalarına uyup uymamanın ölçüsü vicdandır. Herhangi bir fiil ve hareket karşısında vicdanımızda duyduğumuz en hafif bir burkulmadan, en acı ve keskin sızılara kadar olan her duygu bize, doğa yasalarından ayrılmak girişiminde bulunduğumuzu hatırlatır.

27- Dünyadaki deneyden amaç, maddelerden tiksinmek ve olaylardan kaçarak, yalıtılmış hayata girmek değildir. Bunun aksine, maddeleri amaç olarak kabul edip onların geçici olaylarına tapmak da değildir. Hem birinci, hem de ikinci yollar ayni derecede sakattır. Bunlar, dünyaya gelmekteki amaçları incitir ve başarısızlık etkenlerini hazırlar.

Dünyalardaki maddeler tekamülün araçlarıdır. Bu bakımdan, onlara bağlanmak ve onların doğurduğu olaylardan kendimizi uzaklaştırmamak zorundayız.
Fakat maddeler tekamülün amacı değildir. Bu da onlara, ancak belirli amaçlar uğrunda ve o amaçların gerçekleşmesi için bağlanmamız gerektiğini gösterir. Bu amaçlar gerçekleşince, maddelere olan bağlılıklar hemen kendi kendine çözülür ve çözülmelidir. İste bu gerçeği duyarak anlayabildiğimiz oranda, yükseldiğimizi idrak etmiş oluruz.

28- Doğru yolu bulmak, iyi insan olmak, tecrübelerimizi dünyada başarıyla bitirmek; özetle, tekamül etmek için hiçbir ahlak hocasına gerek yoktur. Bir ruh hakkında hoş görülebilir olan az çok kötü bir hareket, diğer bir ruh hakkında en ağır sorumlulukları düşündürebilir. Bunu da dışarıdan kimse belirleyemez. Herhangi bir ruhun ihtiyacı karşısında verilen öğütler, başka bir ruhun ihtiyaçlarına yeterli olmaz ve ona yarar sağlamaz. İnsanın ahlak hocası dışında değil, kendi içindedir.

O ne büyük bir saadettir ve ne büyük bir kazançtır ki, her insanin rehberi ve kurtarıcısı kendisinden asla ayrılmayan ve ebediyet içinde kendisine eslik eden en yakin ve en emin bir yerdedir yani kendisindedir."

http://www.facebook.com/pages/Yuksek-Benlik/127399200621895?v=wall#!/notes/yuksek-benlik/dr-bedri-ruhselmandan-gercegimiz/138347122842809
 

Alemtac

#4
Dr. Bedri Ruhselman
Kaleminden


O ne büyük bir saaddettir ve ne büyük bir kazançtır ki, her insanın rehberi ve kurtarıcısı kendisinden asla ayrılmayan ve ebediyet içinde kendisine eşlik eden en yakın ve en emin bir yerdedir yani kendisindedir.
Bedri Ruhselman




Amacım, insanların büyük ızdıraplarını oluşturan, Allah'a karşı ihmalkar durumlarından onları ayırmak, ve bu ihmalkar durumlarına neden olan cehaletten ve özellikle kendi öz varlıklarını inkara kadar varan bilgisizlikten onları kurtarıcı vasıtaları her türlü olanaklarımı kullanarak bulmak, tatbik etmek ve İlahi Vazife'leri, bütün insanlara, seviyelerine göre, ve nefsaniyetlerinden biraz olsun ayırarak tanıtmaktır.

Bu yüksek amacıma ilişkin olarak, kendi şahsi kudretim hakkında kendimi o kadar sağlam ve kuvvetli buluyorum ki, dünyada hiç bir engel, mania, korku, cazibe; beni, Allah'ın takdir buyurduğu son nefesim gelinceye kadar yolumdan alı koyamayacaktır.

( 19-Ocak-1951) Bedri Ruhselman





Spirist olanlar bilirler ki bu dünyadakilerle, dünya dışındaki alemlerin ( Avam tabiri ile, öbür dünyanın ) varlıkları arasında maddi, manevi bir takım münasebetler vardır. Bu münasebetlerin tetkikine ( uygulanışına ) kendilerini hazırlamamış olanlar, onlardan tamamiyle habersiz bulurnular. Zira dikkatin dışında kalan her hadisenin şuur sahasına girmeyeceği tabiat kanunları muktezasındandır ( Gerekliliğindendir ). Binaleyh dikkatini bu münasebetler üzerinde, muhtelif vasıtaları kullanarak toplamış olan herkes, onların gerek kendi ve gerek başkaları üzerindeki tesirlerini görmekte gecikmez ve bunların çok ciddi ve hatta en luzumlu birer tetkik ( inceleme ) mevzu olduklarına inanır.

İşte bizde bu işe inanmış olanlardan biriyiz.

Bedri Ruhselman



Spatyom Hakkında

Orası dünyadaki görgü ve tecrübeler nispetinde kazanılmış duygu ve fikir unsurlariyle, tezahür zeminini genişletmek kudretini arttırmış ruh faaliyet ve müessiriyetinin, şuurlu veya şuursuz, maddesel gerçekleşme imkanlarını temin eden ve hazırlayan bir yerdir.

Üç buutlu spatyom, her derecesinde , ruhların yoğun dünyalarda bimbir meşakatle kazanmış oldukları duygu ve fikir unsurlarının bir gelişim yeridir. Fakat ruhlar için bu spatyom hayatı büyük bir realitedir. Onların bu realiteleri, gerek kendi iradeleriyle, gerek daha yüksek ruhların yardımiyle, ihtiyaçlarına göre tertip ve tanzim edilir.






Enkarnasyon Nedir?

Enkarnasyon ete girmek demektir. Yani ruhların bir beden aracılığı ile belirmesidir.Böyle bir ilişki , ruh ile maddeyi birbirine bağlayacak olan bir aracıya ihtiyaç gösterirki, buna Perispiri denir. Yani ruh, kendinde saklı olan tesir gücü ile, perispiri aracılığı ile ineceği dünyaların maddelerinden o dünyadaki yoğun bedenini kurar.

Kaba madde ile sıkı bir bağlantı demek olan bedenlenme veya enkarnasyon olayı, dolayısı ile serbest irade ve şuurda da bir daralma ve bir nevi kararmaya sebep verir. Tekamül ihtiyaçlarımızın belirli hale getirdiği bir takım tertipler, sevk edişler himaye ve yardım atmosferi içinde bir hayat mevzu bahistir.

Ve dünyada bunlardan kurtulup kaçmak bizim elimizde olmaz.Enkarne olmuş varlık, bütün bu şuurlu tertip ve nizamın mana ve maksadından habersiz olarak bazı merhaleleri aşmak ve bir kısım yetenekleri geliştirme olanaklarına sahip olur. İstenilende zaten budur.Üstad isimli bedensiz bir dostumuz şöyle demektedir. '' Bütün ahval ( durumlar, haller ) ve hareketimiz, kendimizden başkalarının ve ekseriya hamilerimizin işlerdir.





Ruhlar Dünyaya Nasıl İner?

Madde hakkındaki bilgilerimiz pek eksik bulunduğundan bir ruhun ilk defa nerde ve nasıl madde ile bir bağlantılı ilişkiye giriştiğini bilememekteyiz. Yani bizler ruhu ancak perispirisi ile düşünebilmekteyiz. Şu halde ruhun dünya maddeleri ile ilişkiye geçerek kendisine maddi bir beden teşkil etmesi demek olan enkarnasyon olayında sadece - gene maddi bir kimliğe sahip bulunan - perispirinin dünya maddeleri ile ilişki kuruşu söz konusu edilmelidir.Kastedilen bu olmalıdır.

Tahayyül ( imajinasyon ) kudreti ve bunun devamı süresince ruh maddi vasatlarda istediği şekli ve kütleyi meydana getirebilir.Yani o bilmediğimiz bir teknikle kozmik atomların hareketleri üzerinde etkin olarak atomların niteliklerinde bazı girişimler vucuda getirmek ve bu şekilde onları bir araya toplamak veya dağıtmak gibi işlemleri yapma kuvvetine çeşitli durumlarda sahiptir ki, bu dereceler onun olgunluk durumu ile belirlenmiş bulunmaktadır.

Ruhun tekamül gereksinmelerine en yararlı olan beden şekli, enkarnasyondan evvel spatyomdaki serbest irade ve şuur hali içinde, bir kontrol bir himaye ve yardım mekanizmasının işleyişi ile birlikte saptanır. Perispiride bu yönde uygun bir beden kurması için, tesir transformasyonlarına olanak verecek bir araç olur. Hür iradenin kararlaştırdığı beden şekli dünyada değiştirilemez. Fakat onun bu güçsüzlüğü, maddi hayatın bir zorunluluğu olduğu gibi deney yaşantısınında luzumlu bir gereğidir.

Ruhun madde ile olan ilişkisinde meydana gelecek gevşeme halinin derinliği ve kalitesinin değişmeleri ile mantık olarak serbestleşen iradesinin, madde üzerindeki etkiside artar. Örneğin manyetizm ile ruh madde ilişkileri gevşemesi halinde, beden üzerindeki etkisi arttırılmış olabilir.

Ruhun dünyada seçebileceği beden şekli, aile, cemiyet ve ırk koşulları onun keyfine bağlı olmayıp tekamül ihtiyaçlarına cevap verebilecek bir durumda olacaktır.

Ruh hazırlanan plana uygun olarak dünya hayatını sürdürecek etkisini bilinç dışı olarak devam ettirir.

Ruhun enkarnasyonu esnasında çeşitli ayrıntılar mevzu bahistir.Fakat bütün bu nüanslar ve hatta bariz bir şekilde değişen tablolar içinde sabit olarak her ruhun dünyaya inişinde tezahür etmesi icap eden bir hususiyet vardır ki, oda ruhu yavaş yavaş derin bir unutkanlığa götüren ve gittikçe ağırlaşan bir uyuşukluk, bir letarji halinin kökleşmesidir.

Enkarnasyonu zorunlu kılan sebeplerin başında varlığın tekamül ihtiyaçları gelmektedir. Bazı melekelerini geliştirip, kudret sahibi olmak, noksanlıkları karşılamak, burada başlıca role sahiptir.Fakat bedensiz ( bunuda gene bir açıdan tekamül ihtiyaçları kadrosu içinde düşünebiliriz) bir varlık her hangi bir görevin yapılması için kendini bizzat şuurlu ve idrakli olarak dünyada bedenlenmek isteyebilir. Bu vazifeler insanı heyecana getirecek yüksek bir sevginin belirtisidir.

Katı bir kalbin yumuşatılması için bedeni alil bir durumda dünyaya enkarne olmak isteyen varlıklar bu görevliler arasında gösterilebilir.Ruh, yapmak istediği göreve en uygun şekli seçer. Büyük mürşitler, peygamberler bu görevlilerin en seçkin olanları arasında yer alırlar



Dünya bedeninin oluşumu

Bedenin şekli, tekamül planına uygun olarak ruhun hakimiyeti altında meydana gelir.

Elbette tekamül derecesinin yüksekliği hakkında, beden şekli, yüz anlamı gibi unsurlar birer kıyas aracı olamazlar.

Pehlivan bıyıklı dev cüsseli bir adamda ince ve faal bir ruh ve ona mükabil narin, zayıf yapılı insanlarda da duygusuz, kaba bir ruh bulunabilir. Bu husu tamame ruhun tekamül gerekçelerine bağlıdır.

Her kusurlu bir bedende, mutlaka kusurlu ve geri bir ruhun bulunacağı idda edilemez



İnsan, alem ve bilgi

İnsanın maddi varlığını teşkil eden muhtelif hallerdeki maddenin sonu yoktur. Alemden aleme geçen insanın bu maddi varlıkları, ruhun ebedi gelişimiyle sıkı bir suretle ilgilidir. Ruh,tekamülü yolundaki ihtiyaçlara göre, muhtelif alemlerde kullanmak zaruretinde bulunduğu maddelerin, bağlı olduğu tabi kanunlar altında yaşamak zorundadır. Onun her hangi bir alemde yaşabilmesi o alemin maddeleri ile ayarlanmış bir vasıtaya malik ( sahip) olmasına bağlıdır. Bu dünya hayatında beden şeklinde görülür.

İnsanın hakiki şahsiyeti, ruhla devamlı ilişki halinde bulunan maddi vasıtalar üzerinde meydana çıkar ve insanın dünyamızda ölümle sona eren varlığı, bu bilinçli kuvvetin maddi gösterilerinden ibarettir... Ölüm ise, bu gösterinin dünyamızdan kaybolup başka bir alemde, başka maddeler vasıtasiyle devam etmeye başlaması halidir.



İnsan Hakkında Bilgi

İnsan bedeninin muhtelif kısımları arasında nasıl sıkı münasebetler varsa, bu beden dışında ruhun kullandığı diğer bütün maddi vasıtalar arasında da öylece sıkı münasebetler vardır.

İnsanı iki cepheden mütalaa etmek lazımdır.Birincisi duyular alemimize dahil fizikoşimik maddeler, ikinciside duyular alemimize dahil olmayan maddeler vasıtasiyle olan tezahürler. Bunlar birbirine bağlı ve birbirini tamamlayıcıdır. Bu itibarla biz, birinci yolda yürüyen yoklukcu materyalizmayı ve ikinci yolda yürüyen saf Spiritüalizmayı tek başlarına çalıştıkları müddetçe verimli görmüyoruz.

İnsanların kanaatlerine karşı gelen her fikre itimatsızlık, hatta husumet göstermeleri tabii bir eğilimdir.Fakat, insan hakkındaki bilginin şumülü genişledikçe bu kötü temayülde ortadan kalkacaktır. Nitekim bugün insan varlığını, melekelerini ve kudretlerini, mümkün olan her yoldan araştırmak teşebbüsüne ciddi olarak girişmiş bir çok alimler bulunmaktadır.

Akademik ilim yollarında kullanılan usuller, beş duyunun bağladığı ölçülerden kıymetini alır. Halbuki insanın, bu ölçülerden hiçbirisinin tatbik edilemediği yüksek maddi tezahürleri vardır. Sevgiyi, kini, intikam hissini, korkuyu irade ve imajinasyon melekelerini fizikoşimik ölçülerle tespite imkan yoktur. Ayrıca bu tezahürler başkaları üzerinde istediğimiz zaman ve istediğimiz gibi de meydana getirelemez.



İlim ve Duyular Dışı Alem

Artık ateşli bir hastalık etkeninin mikroskobik canlı bir takım varlıklar olduğunu kabul edemeyen bir çobanın davranışı ile, esaslı bir tetkik yapmadan metapsişik yüksek bahislerde kesin hükümler veren yarı aydın bir adamın hareketi arasında fark olmadığına inanılmıştır.

Çok mahdut ( sınırlanmış ) idrak vasıtası olan duyuların dar imkanları içinde kalarak, kainatın bütün hadiseleri hakkında mutlak hükümler veren vardır. ( Ben asla görmedim )diyen kimsenin bu inanış tarzını değiştirmeye uğraşmak luzumsuzdur. Bizim muhattaplarımız Carrel'in deyimi ile '' ilim amelesi' olmayan serbest düşünceli tarafsız araştırıcılardır.

Eğer duyular dışı alem varsa, bu esasen bizim duygu sahamız dışında kalmış bir alem olacaktır. Bu aleme ancak, yolunda çalışmak şartiyle girmek mümkün olur. Bu yolda yalnız duyularımız ve maddi vasıtalarımız kafi gelmez. Onların eksikliğini tamamlayacak diğer melekelerimizi de kullanmak zaruretindeyiz ki bunların başında tahayyül gelir.

Tahayyülsüz ilim olmaz. Tahayyül ilimde en esaslı bir gelişme etkenidir.Unutulmasınki atom hakkında bugün ki tecrübi bilgilere öncülük eden bir atom faraziyesi evvelce vardı.Eskilerin sırf imajinatif faaliyetiyle yaşatılmış olan bu kavram, bugün ki yüksek atom nazariyelerine ( kuram ) nazariyelerine yol açmıştır. Vasıtasızlık yüzünden duraklayan ilmi yürüyüş, tahayyül ile canlandırılmış ve bu suretle duyular alemimizin gittikçe genişlemesine yardım edilmiştir.

Sınırlı olan duyular alemimizin varlıkları karşısında, duyular dışı alemin sonu yoktur. Esasen bu bakımdan ilminde sonu olmayacaktır. Bu sonsuzluk içinde hangi noktadan başlarsak başlayalım tahayyülümüz ancak müşehadeleri yakalayacak ve müşehadelerde tahayyülümüzü genişletmek suretiyle duyular dışı alemimizde bir kaç adım daha ileri gitmemize yarayabilecektir.

En ilkel müşehadeler, tahayyülün yardımı ile büyük realitelere yol açar. Newton, kafasına düşen bir elma hadisesinden sonra , fiziğin en mühim bir konusunu teşkil eden yer çekimi kanunlarını bulmuştur.

Kainat büyük bir labaratuardır. Orada geçen sonsuz hadiselere nufuz ettikçe insanın iş görme liyakati artar. Bu liyakat adım adım onun sahasında yürümek, bir çok cehitler göstermek ve tecrübeler geçirmekle artabilir. Kainatta her hayat sahibi varlık bir araştırıcıdır. Onun dünyalardan dünyalara intikal ederek devam eden muhaceretinin ( göç etme ) sebebi de budur. Bu araştırmanın sonu gelmeyecektir.İnsan, taş devrindeki dar duyular alemini Radyon'un Alfa ve Beta ışınlarından bahseden zamanımızın geniş kavramlarına eriştirebildiği gibi, daha kim bilir hangi düşünce ve duygu şahikalarınada ( zirve ) ulaştırabilecektir.



Sonsuzluk ve biz

Biz, en küçük ve en büyük sonsuzluklar arasında maddi kainatın bilmediğimiz bir noktasında hapsolmuş bulunmaktayız. Madde üzerindeki etkinliğimiz de buna göre ayarlanmış ve sınırlandırılmıştır. Ne fizikoşimik nede Metapsişik bilgilerimiz hakikat aleminin zirvesine varmış değildir. Hatta sonsuzluğa nisbet edersek bütün ilimlerdeki gelişmemiz bir kaç adımlık bir ilerleme bile sayamayız.



Buut Hakkında

Buudu tarif etmeğe kalkışmakla onun hakkında hiçbir şey bilmediğimizi ifade etmiş oluruz. Genel bir ifade tarzı olarak üç buutlu bir alemde yaşadığımız söylenmektedir. Aslında buut mafhumunun rakamlarla ilgisi yoktur. Bu sadece beşeri ihtiyacımızdan doğan bir ifade tarzıdır. Buut mefhumu hakkında ancak dolaylı bazı kıyaslarla eksik ve kaba bir fikir sahibi olabiliriz veya daha doğrusu tahayyülümüzü geliştiren bazı sezgiler alabiliriz.

Alemimizdeki maddeler, istisnasız bu üç buuttan yani uzunluk, genişlik ve derinlikten meydana gelmiştir. Aslında bu ifade tamamen uydurmadır. Çünkü kainatımızda üç sayısının ifade ettiği geometrik şekilden başka türlü bir şekil tasavvur etmek bizim için mümkün değildir.

Netice olarak denilebilir ki; Biz üç buudun şartlarıyla çevrilmiş alemimizin dışında kalan maddi varlıkları ve onların tabi oldukları kanunları hiç bir vasıta ile tetkik edip anlamak imkanına malik değiliz. Bu husus bizim için bir zarurettir. Bu işi başarabilmek için tek çaremiz, buut şartları değişik olan diğer bir aleme intikal etmektir.



Duygularımız Karşısında Doğal Etkenler

Duyu imkanlarımızın derecesini daha iyi anlayabilmek için, duyu organlarımızı bir müzik aletine benzetelim.

Titreşim halinde bulunan gergin bir tel kroomatik gam üzerine akord edilmiş telli bir müzik aletine uzaktan tesir eder. Dışarda hareket halinde bulunan telin titreşimi ile akustik kuralları gereğince, ilgisi olan müzik aletinin telleri kendiliğinden çalmaya başlar.

Bunun gibi bir takım titreşimlerden ibaret olan tabi amiller de ancak kendileri ile ahenktar olan duyu organlarımıza tesir ederler. Bu gerçeği unutmazsak, sırf olağan hallerdeki duyu organlarımız almıyor diye bazı etkenlerin varlıklarını inkar etme gafletine düşmeyiz.

Duyu sistemimizin yetersizliği, sadece her titreşimi alamamak şeklinde kendini göstermez.Çok defa onları bize olduklarından başka türlü de gösterirler.

Mesela derince bir kabın dibindeki küçük bir cismi, o kaba su doldurduktan sonra bize yaklaşmış gibi görürüz.Mesafe tahminindeki hatalarımızda böyle aldanmalarla ilgilidir.

Aslında tabiattaki titreşimlerin görünümleri, bizim algı sahamıza gerçekte oldukları gibi değil, duyu organlarımızın yeteneklerine göre oluşan telakkilerimize uygun olarak ulaşırlar. Gerçekte idrakimize ulaşan ışık ve ses olayları yoktur.Bizdeki bu algıları doğrudan sayısız titreşimlerin varlığına rağmen tabiat bizim anladığımız manadaki karanlık ve sessizlik içindedir.



Yüksek alemdeki buutlar hakkında

Üç buutlu alemimizin dışındaki alemlerin buutlarına bir isim vermek kudretinden bile mahrumuz. Yüksek mıntıkalardan aldığımız tebliğler, üstümüzde ve altımızda sayısız alemlerin bulunduğunu bize öğretiyor. Bunların rakamlarımıza sığmaması, rakamlarımızın ifade kabiliyetleriyle diğer buutların oluş halleri arasında münasebet bulunmamasındandır.

Bunu böyle kabul etmekle beraber, üstümüzdeki buudu gene çaresiz olarak ''dört buutlu'' tabiriyle ifade etmekten kendimizi kurtaramayacağız. Fakat buradaki dört rakkamına hiç bir vakit matematik bir kıymet vermemek ve onu sembolik bir ifade olarak kullanmak gerekir.

Dört buutlu alem hakkında bize daha başka bazı fikirler veren bir celse tutanağı parçası; ( 11-10-1936 )

S - ( Medyoma hitaben ) Sizin bulunduğunuz planlardan daha aşağıda planlarda yaptığımız tetkikat sırasında , medyomumuz bir takım insan şekilleri görmüştü. Bu şekiller, renkleri ve diğer maddi hususiyetleri sayesinde medyomumuz tarafından idrak edilmişti. Halbuki daha yüksek olan bu plandaki ruhların, varlıklarına rağmen, medyomumuz bir beden ve şekil göremiyor. Acaba sizin perispirinizin şekli, renk v.s gibi bilmediğimiz maddi hususiyetleri yok da onun için mi, yoksa sizin bedenlerinizin bizim maddelerimizde olan renk, şekil v.s hususiyetleri var da ancak bunlar dört buutlu bir alemin icaplarına göre ayarlanmış bir durumda olduğu için mi medyomumuz onları göremiyor?

C - Birinci Şık.



Üç buutlu Alemimiz

Aslında hadiseleri duyular alemimizin içinde ve dışında olarak ayırmak, nisbi bir görüşten doğar. Bir takım hadiselerin tarafımızdan duyulamaması, tetkik vasıtalarımızın eksikliğinden ve bilgisizliğimizden dolayıdır. Bu eksikler tamamlandıkça, duyular dışı alemdeki bazı hadiseler artık duyular alemimize girmeye başlar. Şeytanlara, cinlere, tabiat üstü hadiselere inananlar, bu gerçeği göremeyenlerdir.

Duyular dışı alemimizin, bizi ilgilendiren kısmı, insana ait olan hayati hadiselerin geçtiği kısımdır. Bu hadiseleri, başta insan olmak üzere, ancak onlarla alakası bulunan vasıtaları kullanarak mütalaa edebileceğiz. Bu hadiselerde ancak maddeler üzerinde ve maddeler yolu ile oluşur. Bu sebeble biz, mesela ölmüş insanların tezahüratta bulundukları yerlere birçokları gibi '' ruh alemi'' ismini vermiyoruz. Biz iyice biliyoruz ki, insan ruhu, duyular alemimizin içindeki maddelerden istifade ettiği gibi, duyular dışı alemin maddelerinden de istifade eder. İnsan ruhunun kabiliyetleri ne kadar inkişaf etmiş olursa olsun bu kainatta, onun maddelerle olan münasebeti son bulmayacaktır.



Ruhlar Nereden Gelir Nereye Giderler

Ruhun yaratılışını, onun maddi kainatımızda doğmuş olması ile bir tutmamıza muhtelif bakımlardan imkan yoktur.Hilkat, maddeler maddi kainatın dışındaki varlıklar sonsuzluklar içinde kaybolup gitmektedir. Ruh hayatı ve onun tekamülü ebedidir.Hiç bir ruh kemalinin uluhiyetle nispet edilmesine imkan göremiyoruz. Ruh hayatının ve varlığının sınırlı bir madde kainatı içinde doğup söneceğine inanmıyoruz.

Ruhun maddi kainattaki varlığı, ebedi varlığı içinde geçen bir tekamül merhalesidir.Bu merhale bile bize nihayetsiz görünecektir.

Ruh, kendisine, tahsis edilmiş vasıtasıyla, çeşitli yollardan maddeler üzerindeki müessiriyetini kullanarak, yüksek gayelerine doğru durmadan yürür ve her adımında maddeler kainatındaki müessiriyetini arttırır. Daha yüksek realitelere ve buutlara çıkar ve o nisbette asıl ruhani hayatına evvelkinden daha kudretli ve müessir bir şekilde yaklaşmış olur.

Ruhun, maddi kainatın ötesindeki hayatı hakkında yapabileceğimiz hiçbir tahmin yoktur. Böyle bir bilginin luzum ve faydasıda yoktur. Zira oralardan hiçbir surette istifade edemeyecek kadar uzaklarda bulunuyoruz.



Madde ve Ruh

Maddi enerji ile ruhi müessiriyeti ( tesir ) iyice ayırmak gerekir. Maddi enerji hiçbir vakit maddeden ayrılmaz; o maddi oluşun zaruri bir tecellisidir. Ruhi müesseriyet ise tamamen maddeden ayrı bir mefhumdur.Ancak maddi enerji bu ruhi amil tarafından sevk ve idare edildiğinde biz onu madde ile birleşmiş halde müşehade ederiz. Ruhi müesseriyetin tecelli ettiği her hadisede muhakkak bir maksat vardır.

Ruhi amil maddelere yüklenmiş değildir. O ancak bir maksat uğrunda maddi enerjiye istikamet verir. Maddenin içinde veya dışında değildir. Ona mekan tahsis etmeye imkan yoktur. Biz ruhi amili ancak maddeler üzerindeki maksatlı bir müesseriyet halindeki tezahürleri ile tanıyabiliyoruz.

Maddi kainatta maksatlı müesseriyet taşımayan maddi tezahür yoktur. Aksi halde bu hadiselerin bir manasıda kalmazdı. Kainatın yaratılışı aklımızın almadığı yüksek gayelere matufdur.

Ataletle bağlı olan kainatın hiç bir maddesinden kendi kendine maksatı hareketler beklenemez. Bunlar atıldırlar, kördürler. Eğer kainat yalnız bunlardan ibaret olsaydı bir hercümerç ( alt üst oluş) içinde çoktan yıkılıp giderdi. Fakat her maddenin oluşu, her hadisenin vukua gelişi Mutlak varlığın kanunları altında cereyan eder. Ruhlarda, sayısını bilmediğimiz diğer varlıklar gibi, tekamül derecelerine göre bu kanunları tatbik etmek hususundaki müesseriyetlerini maddi kainatta gösterirler.İşte bu noktadan itibaren Mutlak varlık ve ruh hakkındaki yüksek duygularımız, bütün maddi fikirlerden tecerrüt ( soyutlanmak, sıyrılmak ) etmiş bir halde içimizde yavaş yavaş doğmaya başlar.Eğer böyle bir duygunun nüvesini henüz varlığımızda bulamıyorsak tabiat ilimleri ve bilhassa insan bilgisi yollarında katetmemiz lazım gelen daha çok uzun mesafeler var demektir.



Ölüm hakkında kısa ve umumi bir mütalaa

Her hadise mümkün veya gayri mümkün olabilir, fakat yalnız bir tek hadise vardır ki o, mutlaka vukua gelecektir. Bu ölümdür.

Ölüm, maddelerle ruhun münasebetlerine ait bir değişme halinden başka birşey değildir.

Dar manada ölüm organizmada iki büyük hayati fonskiyonun iflası ile kat'i olarak vasıflandırılır. Biri nefesin, diğeri kalbin durmasıdır.Bunlardan birinin az veya çokca devamı halinde diğeride mutlaka refakat eder. Nefesin ve kalbin durmasından sonra insan vucudu tedricen maddi değişmelere, dağılmalara,, maddi teşekkülleri itibariyle yok olmaya mahkum kalır. Ve artık onu hiçbir vetire tekrar eski canlı haline getiremez. Ölüm bir zarurettir. Bu zarureti anlamak insanın tekamül ihtiyacını ve madde kainatındaki varlığının zaruretini anlayıp kabul etmekle mümkün olur.



Ölümün Zahiri ( Açık-belli) Manası

Hasta ekseriya ölmek istemez. Ölümden kaçma arzusuna hissinin eşlik ettiği görülür. Ölüm fikri insanı son dakikalarda insanı en korkunç kabuslar içindede yaşatabilir.

Ölümün eşiğinde bulunan insanda ölümle hayat arasında şiddetli bir mücadele vardır. Fakat dikkatli bir gözlemci bu tabloyu seyrederken, görür ki burada dağılmak ve başka maddi bir şekle dönüşmek istemeyen fizikoşimik bir varlığın değil, fizikoşimik varlığını bırakmak istemeyen ve meçhul bir diyara doğru sürüklenip gitmekten endişe duyan başka bir varlığın karşısında bulunmaktadır...Hayatını fena kullanmış veya ademci ( materyalist -yokluk ) fikirlerle beslenmiş kimselerde, bu mücadelenin daha şiddetli olması da o gözlemcinin ayrıca dikkatini çeker.

Cahilce ümitsiz müdehalelerle gayretlerden sonra, nihayetsiz hastanın şuuru bulanmağa başlar. Bütün ağrılar diner, ıstıraplar durur. Hatta bütün hayatı müddetince geçirdiği ölüm korkusunun beyhudeliğini kendisine haber veren bu ilk alametlerin ekseriya henüz manasını anlayamaz.Cesette görülen, ruhun ondan kurtulmak için yaptığı sarsıntılardır.Tecrübelerin ve tebliğlerin öğrettiğine göre, burada ruhun bir tek arzusu vardır. Oda önünde açılmakta olan yeni aleme doğru atmış olduğu adımlarını sıklaştırmak ve kendisini ezen maddi yükünden biran evvel kurtulmaktır. Nihayet irtibatın tamamen kesildiği an gelir. Cesette maddelere mahsus olan atıl hal bu anca teessüs ( kurtulur ) ediverir. Ancak hassa bazı kişilerin görebileceği ölümle ilgili bazı tecelliyat vardır ki onu herkes takip edip gözleyemez.



Ölümün hakiki manası ve önemi

Ruhun muhtelif alemlerde yaşaması, oralarda müesseriyet gösterecek bir duruma girmiş olması demektir. Her hangi bir alemden uzaklaşmak isteyen ruhun herşeyden evvel, o alemin maddi bağlarından, bütün alakasını kurtarması lazımdır. Buda onun daha yüksek maddi alemlerde yaşama kabiliyetini kazanması nispetinde mümkün olur.Esasen bir madde alemi, kendisinden daha yüksek diğer bir alemin maddelerini kullanmak imkanını verdiği için, ruhu yükseltici bir mektep gibidir. Demek ruhun şu veya bu dünyada yaşaması süs kabilinden birşey değildir. Tekamül kanunun bir zaruretidir ve insan daha yüksek bir aleme geçmesi için eski alemi bırakması da tekamül kanunun icabıdır.

Muhtelif zamanlarda ruhlar, dünyaya gele gide nihayet oradan alacaklarını alırlar ve orası ile bağlarını çözerler.O zaman daha yüksek realiteler içinde, ebedi tekamül yollarına devam etmek için bu küçük dünyadan büs bütün ayrılırlar ve daha yüksek daha mesut bir halde diğer dünyaların müsait şartlarından istifade etmek üzere oralara giderler ki dünya hayatına nazaran insanların kabul ettikleri manadaki ölüm asıl bu olur.

Ölümle ani ve nihai bir takım değişmelerin vukuuna inanmış olanlar ve bunu bekleyenler için, maddi ölümden sonra geçirilien teşevvüş hali tabiiki daha bariz ve sıkıntılı olur. Ölünce yok olacağına inanmış bir kimse veyahut hayatında iken ölüm ötesiyle meşgul olmaktan ürkecek kadar ölüm ötesi hadiseleri tabiat dışı farz eden insan, kafasındaki bu tahminlere aykırı hadiselerle karşılaşınca şüphesiz daha büyük bir şaşkınlığa düşecektir.

Tecrübi ve kendiliğinden olan bu yoldaki bütün hadiselerin iyice mütealasından sonra görülürki zahirde, yani madde aleminde ölüm sahnesinin doğurduğu meşum ( uğursuz) ve karanlık fikirler asıl o sahnenin içinde yaşayanların telakkilerine uygun değildir. Dünyadan ayrılanların telakkisi ( anlayışı ), dünya gözü ile yaşayanlarınkinden bambaşka manaları haiz bulunmaktadır. Dünyada görülen hadise, maddenin kendi aleminde dönmesinden ibarettir. Hakikatte cereyan eden hadise ise ruhun da kendi alemine dönmesidir. Dünyada kalanlar maddenin, dünyayı terkeden ise kendi varlığının peşini takip eder.



Dünyadan ayrılmak üzere bulunan insanın son ruhi halleri

Dünyadaki varlığının son dakikasına yaklaşmış olduğunu anlayan insan, eğer kafi derecede olgunlaşmış ise,ölümü belirsiz fakat tatlı bir heyecan içinde karşılamağa hazırlanır.Onun ruhunda yep yeni bir realiteyle karşılaşmak üzere bulunmaktan doğan, anlatılması pek zor ve şahıslara göre çok değişiklikler gösteren bazı yeni haller ve duygular belirir. O alıştığı hayat şartlarının alt üst olduğunu görmekten ve yeni hayatın yabacılığı ile karşılaşmaktan doğan büyük bir şaşkınlığa düşecektir. Çok esaslı ve inanılmaz değişiklikler karşısındadır. Mesela, insanın düşündüğü ve istediği bir yere hemen ışık ve düşünce süratiyle gidivermesi,yüksek yerlerden aşağı düşmemesi, bütün hareketlerde yer çekiminin iflas etmiş görünmesi, zaman ve mekan mufhumunun zayıflaması, istenilen şeylerin kendi kendine oluvermesi, maddi engellerin ortan kalkması, beç duygunun kaybolup yerine daha şumüllü genel bir duygunun gelmesi gibi.

O, son defa ve yıldırım süratiyle, bazen bütün dünya hayatını bir film gibi seyredebilir.Bu bir veda temaşası gibidir.Hayatın en ufak teferruatı bütün çıplaklığı ile tekrar canlanır. Bu hal belki gelecekteki hayatının yüksek ruhi faaliyetinin bir başlangıcıdır.



İmajinasyon Nasıl Bir Melekedir?

Varlıkların ancak insanlık aşamasında başlayan kurucu melekesini Üstad şöyle tanımlıyor. "İmajinasyon, bir şeyi ruhta şekillendirmektedir."

Bir şeyi ruhta şekillendirmek ile gelişi güzel zihinde bir şeyi şekillendirmek anlamına gelen düşünceyi birbirine karıştırmamak gerekir. Şu halde ruha ait olan imajinasyonla zihne bağlı bulunan tasarlamayı birbirinden ayırmalıyız. Tasarlama, alelade bir düşüncedir. Bir şeyi ruhta şekillendirmek, ruhun maddeler üzerindeki etkinliğini kullanması ile baş başa gider.

İmajine edilen bir obje önce süptil kozmik maddeler halinde tezahür etmiş ve gerçekleşmiş sayılmalıdır. İmajlar, kendine özgü olan mekânında, bir oje formu halinde, ruhsal bir etkinliğin etki halindeki enerjisi ile adeta yaratılır. Şu halde fizik mekânda kaba tezahürlerin arkasında süptil mekânda beliren imajinatif formların neden niteliğindeki mevcudiyetleri söz konusudur.

Serbest iradenin imajinatif faaliyeti, bağlı şuurumuzun içe dönük durumlarında, beden ve bağlı irademizi de geçerek adaleler üzerinde bir takım kinetik faliyetlere sebebiyet verebilir.

Ayrıca metapsişik olaylardan telestezik ve telekinetik olayların ortaya çıkışları ruhun faaliyeti ile yakından ilgilidir. Bunlar, insanın imajinasyon ve hür iradesi ile kozmik maddeler üzerinde bir amaca uygun etkinlik durumunun neticesi olarak düşünülebilirler.

Kâinatta boşluk yoktur. Her yer maddeler ile doludur. Boşluk olarak kabul edilen saha kozmik maddeler ile doludur. Bu ince maddeler imajları taşırlar. Bu imajların bizim tarafımızdan duyulup duyulmaması, onları taşımakta olan maddelerle duyu organlarımızın ilgi derecesine bağlı bir sorundur. İşte bir medyom bu kozmik titreşimleri alabilecek bir ortam oluşturmaktadır.

İmajinasyon mahsullerinin objektif birer varlık halinde kıymet kazanmaları, birçok tecrübelerle sabit olmuş bir hakikattir.

D. Ochorowiez'in fotoğraf plağı üzerinde (fotoğraf aleti kullanmadan) imajları göstermek için yaptığı denemeleri buna bir örnek olarak verilebilir. Dolunay halindeki bir ay'ı düşünen süjenin bir düşüncesi 30 cm uzakta duran bir fotoğraf plağına etki etmiştir.

Yine ideoplasti deneyleri de göstermektedir ki, düşünce ürünü etkiler, maddelere üzerinde izler bırakmaktadır.

Özetle bütün imajinasyon ürünleri objektif kıymeti taşırlar. Bunların tespiti ise imajları yüklenmiş maddesel vibrasyonlar ile sempatize olarak duygu organlarına ihtiyaç gösterir.

Kendi sinir seyyalelerini bir insan ne derece, bu imajinatif objelere ait titreşimlerle ilgilenecek kadar duyarlı bir hale koyabilirse o insan için kâinatın sınırı o kadar genişler.



İradenin İmajinasyondaki Rolü

Üstad'ın irade tanımı: "İrade, herhangi bir canlı varlığın bir şeyi istemesidir."

Burada "canlı" terimiyle ne kastedilmektedir? Üstad, iradenin başladığı ruh evresinden yani hayvan aşamasından insanlığın üstündeki diğer bir tekâmül aşamasına kadar geçen ruh evresine can aşaması demektedir.

Bitkilerde irade bulunmadığından can aşamasının altında bulunurlar. Yine anlaşılıyor ki irade, ruhun belirli bir tekâmül düzeyinde tezahür eden bir melekesidir.

İradeyi bir canlının isteği olarak tarif ediyoruz. Ancak bunu sıradan bir arzudan ayırmak gerekir.

Üstad; "Arzu bir şeye eğilimdir. Arzu ile irade arasında çok fark vardır. Çünkü eğilim duyulan bir şeyi doğrudan doğruya istemek ayrı bir şeydir. İmajinasyon irade ile başlar, irade ile biter," demektedir.

Maddeye bağlılığın şiddeti ve geriliği oranında iradesel faaliyetin farkına varılması da o oranda zayıflar.

Üstad; "İradesiz dediğimiz kendiliğinden imajinasyonlar dahi yine gerçekte ruhun iradesiyle olur. Bedende şuursuz olarak meydana gelen bütün bitkisel çeşitli fonksiyonlar imajinasyonla olur. Bedende şuursuz olarak meydana gelen bütün bitkisel çeşitli fonksiyonlar imajinasyonla olur."

Bir insanın telkin altında kalması da hiçbir zaman şuurdışı ve irade dışı bir olay olarak nitelendirilemez. Bir ruhun, diğer bir ruhun etkililiği altında bulunan maddelere imajinasyonu ile etki edebilmesi için o ruhun iradesini kullanmak zorundadır. Yani iradesinin "evet" demediği bir "şeyi" ona empoze edemez.

Koluna yakı yapıştırılacağı telkin edilen bir süjeye bir kağıt parçası yapıştırılır fakat netice değişmez. Kolunda cerahatlenmeler meydana gelir. Bu deneme bize açıkça göstermektedir ki, süjenin serbest iradesi, imajinasyonu hangi yönde faaliyete geçmişse onun neticeleri tezahür eder. Bu arada aracının rolü yoktur. "Kolum yanıyor" denmiş olsaydı, yanmanın fizyolojik belirtisi tezahür ederdi.

Kaba bir ifadeyle telkin ve kendi kendine telkin diye söylenen olayın mekanizması bize göre budur. Hayvanlara telkin yapamamamızın nedeni onların imajinasyon melekesinden yoksun bulunmalarıdır.

Ruhun iradesi aracılığıyla bir nesneyi şekilendirmesi işi ile, bu işten doğan sonucu yani imajları, birbirinden ayırmak gerekir. Bütün imajlarda ancak imajinasyon sahibinin iradesi bulunur. Ancak bir imajinatif faaiyet sonucu meydana getirilmiş olan bir sanat eseri (Goethe'nin Faust'u ve Beethoven'in 5. senfonisi gibi) başkaları tarafından okunduğu veya dinlendiğinde onlarda da benzer şekillendirmelere yol açabilir. Fakat bunlar doğal olarak bu eserlerin asıl yaratıcısı değillerdir.



Tekamülle İmajinasyon Arasındaki İlişki

Üstad, "İmajinasyonsuz irade var olabilir," diyor. Nitekim hayvanlarda da irade bulunduğu halde imajinasyon yoktur. Onların hareketi iradeleri ile mümkündür. Bu melekelerden yoksun olan bitkilerde hareket gücü yoktur. İnsanlarla hayvanlar arasındaki en önemli fark, hayvanda sadece iradenin, diğerinde ise iradesine imajinasyonun da eklenmiş bulunmasıdır. Üstad; "İmajinasyon, ruhsal yetenek ve olgunlaşma ile orantılı olarak gelişir."

Ancak, ruhun tekâmül düzeyi hakkında tek başına imajinasyonun ölçü olarak alınması doğru olmaz. Çünkü tekâmül tek yönlü olmayıp, diğer ruh melekelerinin gelişmesine de bağlı bir özellik gösterir.

İmajinasyonun insan tekâmülünde çok büyük rolü vardır. Tekâmülde imajinasyonun rolü, tasarı halinde bulunan ruhun düşüncelerini ya manen ya da maddeten uygulamaya çıkarması ile görünür.



Ruhsal Faaliyetlerin Gerçekleşmesinde İmajinasyonun Rolü

Bir işin gerçekleşmesi ancak imajinasyonla mümkün olur. Daha yukarılarda daha yüksek melekeleri gelişmiş ruhlar hakkında sözümüz yoktur.

Üstad, "İmajinasyonsuz irade vardır, fakat tek başına irade, bir eserin gerçekleşmesinde kesinlikle etkili olamaz. Bu işin gerçekleşmesi için imajinasyon şarttır. Bilimin gelişmesinde imajinatif faaliyetimizin sonuçlarına bağlıdır. Tüm keşifler ancak imajinatif faaliyetle mümkün olmuştur. Moral alanda imajinasyonun iyi veya kötü yönlerde rolü olabilir", diyor.

O halde bu melekenin iyiliğe ve güzelliğe yönelmiş olarak kullanılması bize ruhsal yönünde atılımlar yapmamıza yardımcı olacaktır. İmajinasyonla yükselmek istiyorsak onu kullanırken başımızı yere değil gökyüzüne çevirmeliyiz çünkü o, almış olduğu yöne doğru bizi zorunlu olarak sürükler

Bir işin gerçekleşmesi ancak imajinasyonla mümkün olur. Daha yukarılarda daha yüksek melekeleri gelişmiş ruhlar hakkında sözümüz yoktur.

Üstad, "İmajinasyonsuz irade vardır, fakat tek başına irade, bir eserin gerçekleşmesinde kesinlikle etkili olamaz. Bu işin gerçekleşmesi için imajinasyon şarttır. Bilimin gelişmesinde imajinatif faaliyetimizin sonuçlarına bağlıdır. Tüm keşifler ancak imajinatif faaliyetle mümkün olmuştur. Moral alanda imajinasyonun iyi veya kötü yönlerde rolü olabilir", diyor.

O halde bu melekenin iyiliğe ve güzelliğe yönelmiş olarak kullanılması bize ruhsal yönünde atılımlar yapmamıza yardımcı olacaktır. İmajinasyonla yükselmek istiyorsak onu kullanırken başımızı yere değil gökyüzüne çevirmeliyiz çünkü o, almış olduğu yöne doğru bizi zorunlu olarak sürükler



İmajinasyonun Önemi Hakkında

İnsanların çoğu, özellikle geri realiteler içinde yaşayanlar, yenileşmekten ve değişmekten hoşlanmazlar. Bunların imajinasyon melekelerini işletmek istemeyişlerinin nedeni budur.

Büyük bir filozofun, bir büyük müzisyenin, büyük bir romancının, nihayet imajinasyon melekesi iyice gelişmiş büyük bir bilim adamının toplum hayatında oynadığı rolleri, gizli etkilerini görmek gerekir.

"İyice imajine edilmiş bir roman, doğada diğer varlıklar için reel bir sahne olabilir. İyi imajine edilmiş bir obje mesela bir bina, bir alet, bir heykel... imajine edenin yeteneği derecesine göre az süptil veya az çok devamlı bir halde doğada mevcuttur. Bize göre fakir yansımalarının telepatilerinin, ilhamlarının ve hatta sonradan meydana gelen bazı sempati ve antipatilerin... teknik açıklamasına bu noktadan girmek gerekir."

İmajinasyonun, bir şeyin ruhta şekillenmesi demek olduğu hatırlanacak olursa, burada bir imajın bir obje halinde süptil bir mekânda görünmüş olması gerçeği, bizim sorumluluklarımız açısından da düşündürmeye yetecek bir önem taşıdığı ortaya çıkar.

"Düşüncelerinizden de sorumlusunuz" sözünün ifade ettiği gerçeğin büyük önemi, böyle daha iyi anlaşılmış olur.



Gerçek Tesirler Nelerdir?

Bedri Ruhselman Anlatıyor

Gerçek Tesiler Nelerdir

Sevgilisini kaybetmiş bir insanın karşısında, her noktasında o kaybettiği varlığa benzeyen mermerden bir heykelini yapıp koysanız bununla o insanın ıstırabını teskin edebilir misiniz? Elbette hayır.

Biz insanları, varlıkları, dostları neleri ile severiz? Ne yüzlerin şekilleri, neden bedenlerin biçimleri, ne de kılık ve kıyafetleri insanların birbirine bağlamaya kafi değildir. İnsanları birbirine bağlayan, birbirine yaklaştıran, birbirine ısındıran ve birbiriyle sempatize, hülasa birbirini arattıran tek amil onlaırn birbirlerine karşı olan aksiyon ( tesir ) ve reaksiyonlardır ( karşı tesir). Yani insanlar yaptıkları işlerle, ortaya koydukları eserlerle ve kendilerine vaki tesirlere ve bu tesirlerin neticelerinin idrakiyle kıymetlenirler. Ve varlıklarını da başkalarına karşı ancak böylece kıymetlendirirler. Mermer taş gibi pasif bir insan canlı olsa da nihayet bir taş parçasından daha kıymetli ve makbul olamaz. Bundan çıkan bir netice şudur;

İnsanlar, varlıklar ancak dış alemde husule getirdikleri tesirlerle ve ortaya koydukları eserlerle sevilirler ve aranırlar. Daha doğrusu insanlar ancak eserleriyle başkalarına ve muhitlerine faydalı birer varlık olabilirler. Nitekim görünür ve başkalarının işine yarar hiç bir iş yapmadan, devamlı veya devamsız hiç bir eser bırakmadan dünyadan gelip geçmiş olan insanların muhitlerinde husule getirmiş oldukları boşluk da o kadar bariz olarak kendisini gösterir.

Fakat biz bu yazıyı yukarıda ki fikri tebarüz ettirmek için yazmıyoruz. Bu hemen hemen herkece malumdur. Biz burada bilhassa başka bir mevzua temas etmek için bu bahsi ele aldık.

İnsanlar arasında umumiyetle itiyat haline gitmiş bir ruh hali vardır. Ve bir çokları bu haleti ruhiye üzerinde derince durup düşünmeden otomatik olarak onun zebunu ( düşkünü ) olur. Bu otomatizma şudur; İnsanlar kendilerine oradan buradan hucum eden, görünür ve görünmez bir sürü tesir altındadırlar. Ve bu tesir kaynaklarının, yani o tesileri meydana getiren amillerin ( fakförlerin) çoğundan habersizdirler. Daha doğrusu bu kaynaklar, bu amiller insanın beşduyu organları vasıtasıyla idrak edilebilecek mahiyet arz etmezler. Bunların yanında birçok tesirlerde vardır ki insanlarca bunların kimler tarafından husule geldikleri malumdur.

Fakat ne gariptir ki insanlar bu meçhul kaynakların tesirleriyle hemen sık sık karşılaştıkları halde, bu tesilerin husule getirdikleri neticelerin hususiyet ve evsafı ( vasıf ) diğer malum kaynakların tesilerin kine nazaran, çok daha mütebariz ve müssir bir durumda bulunmalarına rağmen, bunların amillerine kıymet ve ehemniyet vermezler de, amilleri görünen ve idrak edilen tesirlere evvelkinden çok daha ehemniyetsiz oldukları halde hatta bazen luzumundan da fazla denecek kadar kıymet verirler. Mesela; gördüğü ufacık bir arı yavrusundan korkarak onun karşısında çırpınıp duran bir kimse ciğerlerini kemirecek bir mikrop sürüsünün hucumuna karşı, bildiği halde ekseriya lakayıt kalabilir. Halbu ki o böcek nihayet onun bir tarafını küçücük iğnesi ile sokar ve biraz acıttıktan sonra herşey gelip geçer. Buna mükabil, o mikroplar bir defa vucudu istila ettimi insanı ekseriya mezara kadar sürükleyebilir.

Keza, insanlar etrafında bulunan diğer insanlarla muamelerinde daima şüpheci, daima sakınan ve sanki onlardan her hangi bir kötülük gelecekmiş gibi mübalagalı bir ihtiyatkarlığa luzum hissettiği halde etrafını sarmış bulunan ve her an kendileri ile serbestçe irtibata geçebilmek fırsatını gözleyen, görünmez bedensiz varlıkların mevcudiyetlerini ve bu varlıkların kendilerine karşı beslenen niyetleri keyfiyet ve kemiyeti ( sayılabilir özellikleri ) üzerinde durmayı akıllarına bile getirmezler ve bu husuta bilir kişilerden gelen açık ikaz ve bilgilere kıymet vermeyi düşünmezler. Halbuki bir insanın etrafını saran bedenli varlıkların insan üzerindeki tesirleri ne kadar muhim olur ve bunların bazen iyi bazende kötü neticeleri ne kadar o insanın hayatında müessir roller oynarsa, bu görünmeyen bedensiz varlıkların insan üzerinde ki meçhul kalan tesirleride onlardan daha ehemniyetli olur ve bunların iyi ve kötü neticeleride o insanın hayatında evvelkilerden daha çok tesirli roller oynar ve devamlı eserler bırakır. Bu ciheti ihmal etmek iyi bir görüş ve seziş mahsulu sayılamaz. Ve bununda sebebi yazıma başlarken söylediğim gibi, varlıkların kalıp ve kıyafetlerine değil, eserlerine, yaptıkları, başkaları üzerinde husule getirdikleri işlere ehemniyet vermelidir, hakikatinin insanlarca anlaşılmış ve kabul edilmiş olmamasıdır.

Fakat bu hakikati başka bir bahiste ele almak lazım gelir. Bir insanın, günün birinde çok sevdiği birisi ölür. Ve o insan o sevgilisini kaybettiğini sanır. O zaman o, dışarıdan kendisine gelen bütün tesirleri ve bilhassa tesirlerin en hayırlılarını mütemadiyen içine düşmüş olduğu yeis ( umutsuzluk ) ve keder yüzünden reddeder. Ve bu meyanda kendisine yaklaşmak isteyen her tatlı ve teselliyatkar ihtizazları kırar geçer. Fakat asıl acısı şu ki burada kendisine ölmediğini, bilakis daha zinde, daha canlı ve daha şuurlu olarak yaşamakta devam ettiğini o insana bildirmek ona sevgisinden teselli buketleri göndermek isteyen ve ölmüş sanılan o sevgilinin kendisine ulaşmak için etrafını etrafını saran kudretli ve canlı tesirlerini de, bilmeden ve otesirlere karşı alakasızlığı ve kayıtsızlığı yüzünden, kabul edemez ve gerisin geriye gönderir.

Bu yüzden kendiside beyhude yere azap ve ıstırap çekip durdu... Çünkü o insan tekrar ediyorum, tesirlere değil, kalıp ve kıyafetlere itibar edenlerdendir. Halbuki burada tesirler kalıp ve kıyafetten değil, kalıp ve kıyafetin sebebi ve ileti olan kalıpsız ve kıyafetsizlikten gelmektedir. Kalıplar ve kıyafetler ise cansız moloz yığınlarına iade edilir. Fakat tesirler, o moloz yığınlarını da canlandıran, harekete geçiren tesirler devam eder ve durmadan akar gider. O akışlara tempolarını uydurabilenler için hüsran, göz yaşı yoktur. Bu tempoyu kaybedenler ise hem dem moloz yığınlarıyla baş başa kalmanın doğuracağı hüsran ve inkisarlarla ( kırılma ) karşı karşıyadırlar.

Unutmayalım dostlar, her birimiz, her an, her türlü tesirlerle karşı karşıya bulunuyoruz. Bu tesirlerin görünmeyenlerine vereceğimiz kıymet, görünenlerine verdiğimiz kıymetten daha büyük olur ve burada daha ihtiyatlıve dikkatli davranırsak kazançlarımız daha çok olur.

( Ruh ve Madde Dergisi Nisan 1961 sayı 15 )



Fatalizma ve Determinizma

Fatalizma mesleğinin çok karışık mahiyet ve manası üzerinde durur ve bu mefhumun ( kavram ) bulanık noktalarını ayıklayabilirsek onun determinizmaya muarız ( karşı olmak ) bir cereyan ( akım, yön ) olmadığını müşehade ederiz. Hatta determinizmayı takviye edici bazı hakikatleri ihtiva ( içerme ) ettiğinide görmekte gecikmeyiz. Zaten bu hakikatler vaktiyle insanlara ifşa edilirken kasdedilen mana, bugün ki karışık ve kabul edilmek temayülünde ( yönelme ) bulunan manalardan çok başka idi ve doğruya yakın bulunuyordu. Zaman faktörünün tesiriyle meydana gelmiş bulunan bir takım dejenerasyonlar dolayısıyla bugün ki içinden çıkılmaz hal meydana gelmiştir.

Fatalist'e göre mukadderat;

Dünya'da herşey, her hadise ve her hareket kabli bir hükümle ezelde Allah tarafından tayin ve tespit olunmuştur. Bunların değiştirilmesine imkan yoktur. ( Alın Yazısı ). Allah'ın iradesi dışında başka bir iradenin mevzu bahs edilmesi söz konusu değildir. Böylece insanların iradi faaliyetlerinin ve cehit ve gayretlerinin hiç bir manası kalmadığı gibi bu faaliyetlerin kıymetleri sıfır olmaktadır. Yani bütün varlıklar bir robottan başka birşey olmamaktadırlar. Bir hareket veya davranışın o anda, o tarzda yapılması ezelde, Allah tarafından öylece takdir edilmiştir. İnsanlarda tecellisini ( ortaya çıkmak ) görmekte olduğumuz irade uluhiyete ait olduğu için onun karşısında ayrıca bir varlığı ve onun iradesini kabul etmemek icap eder. Bu görüş Mutlak ile mahlukun kıyaslanmasının imkansızlıklarını ortaya koyması bakımından çok doğrudur.

Fatalizmanın tenkidi;

Fatalist düşünüşe göre müstakil ve serbest bir insan iradesinin faaliyeti mevzu bahis değildir. Fakat bu görünüşe dayanarak bir ağacın en ince kıllarının en küçük hareketlerine varıncaya kadar, bütün hareketleri dışarıdan gelen tesirlerle vaki olsaydı. veya evvelden noktası noktasına tayin etmiş bir otomatizmanın dışına çıkamamak zaruretinde bulunsaydı o zaman o ağacın dünyada ki varlığının sebep ve hikmeti hakkında tatminkar bir izah tarzı bulmakta güçlük çekerdik. Cemadat belki zahiri görünüşüyle tam bir otomatiklik ve mutlak hürriyetsizlik içinde hareket ediyormuş gibi görünebilir. Fakat bu hal bize göredir. Yani mikroskobik kanunlar muvacehesinde onun da kendine göre bir hurriyeti mevcuttur. Fakat umumi plan içinde ki yerinde büyük bir nizamın şaşmaz mümessili olarak görünmektedir. Aynı şekilde bizlerde içinde bulunduğumuz sistemimizle birlikte daha üstün bir plan karşısında tıpkı cemadat gibi adeta otomatizmasının karakterine benzer şaşmaz kalıplar içinde hareket eden birer mevcudiyetiz. Bütün varlıklar, tekamül zaruretinin doğurduğu bir icapla dünyaya gelmektedir. Tekamül, görgü ve tecrübe ile mümkün olur. Görgü ve tecrübe ise varlıkların bizzat sarf edecekleri cehit ve gayretleri ile iradelerini serbestçe kullanmak suretiyle ancak kazanılabilir. Şu halde tekamül, bir emek mahsulü olarak kazanılmış bir liyakattir. Cehit ve gayretle mukabil lütfedilmiş ilahi bir ihsandır.

Hatıraların ruhumuzda uyandırdığı sıkıntı ve ızdırap hali bizi bir daha aynı hatayı işlememizi temin edecek en kudretli yardımcımızdır. Kendi fiillerinin yaratıcısı olamayan varlıkların ( adeta robot halinde olduğu gibi ) bizim anladığımız manada tekamül etmeleri mümkün olamaz. Binaen aley tekamül madem ki bir realitedir ve tekamül için iradi faaliyete bağlı cehit ve gayret sarfı lazımdır, o halde dar manada ki fatalistik bir düşüncenin varit ( olabileceği akla gelen ) olmaması icap eder.



Fatalist görüşün ortaya çıkardığı ayrılıklar;

1- Bugün hareketlerimizi bizim değil O'nun eseri ise veya benim iradem, O'nun iradesi olursa, uluhiyetin bizlerde bulunması -başka bir söyleyişle- her birimizin ayrı ayrı Allah olmaklığımız icabeder.

2- İnsanların iradeleri bir sürü birbirine zıt istikametlerde keyfi tezahürler ( belirti ) gösterir. Hatta bazı durumlarda tereddüt ve kararsızlık hali o dereceye varır ki, bu şartlar dahilinde irademiz adeta işlemez hale gelir. Bazen de iyi olduğunu sandığımız işin fena neticeler doğurabileceğini hesaba katarak yarı yoldan geri dönme kararı veririz. Pişmanlıklar duyarız. Bu durumlar karşısında bizim Allah'lığımızdan bahsedilmesi her halde pek gülünç olur.

3- Her hangi bir işin veya bir arzumuzun tahakkuku ( gerçekleşme ) için bütün gücümüzle gayret sarfettiğimiz halde ekseriya bu arzularımıza bizi ulaşmaktan alıkoyan bir takım engellerin zuhur ettiğine şahit olmaktayız. Eğer uluhiyet bizde tecelli etmiş olsaydı böyle bir halin olabileceği akla gelmezdi.

4- Hiç bir kimseye en ufak bir fenalık yapmak niyet ve arzusunda olmadığımız halde tembih ve tahrik edici ve şuur ve iradeyi zayıflatıcı bir içkinin tesiriyle bir kimseyi yaralamış olmamız mümkündür. Acaba, bizden ki Allah'ın iradesinin zuhuru böyle bir kaç damlacık bir maya ile derhal alışmış yönünü değiştirecek kadar aciz, gayri sabit ve oynak mıdır? Eğer böyle ise, kainatların kıl kadar şaşmaz bir nizam içinde iradesi nasıl mümkün olur?

5- Bütün varlıkların kendilerine göre bir vicdanları ve vicdanlarının kendilerine hükmeyleyen emirleri vardır. Bir insan vicdan sesine uymazsa, taşımakta olduğu bir takım mesuliyet duygularının ortaya çıkaracağı azap ve ızdıraplı ruh hallerinin cehennem hayatı içinde helak olur. İradesiz hiç bir hareket husule gelmeyeceğine göre, ıstırabımızı doğuran bir hareketin faili kendi öz irademiz olacaktır. Eğer bu iradeyi Allah'ın iradesi olarak kabul edersek, gerek mesuliyetin gerek azap ve ıstırabın bize etkisi bulunmaması lazım gelir. Ahmet'in kabahatinden dolayı Mehmet' mesul tutulmaz.

Allah'ın yanlış bir hareket yapması ve bunun neticesinde vicdan azabı çekmesi, mesuliyet hissi duyması veya başkasına çektirmesi hiç bir vakit Allah'ın azameti ve adaleti ile habili telif değildir.

6- Tekamül bir merhale atlatmak ise ve bunun içinde iradi bir cehit ve gayret göstermek icap ediyorsa ve tekamül kazanılmış bir hak ise tekamülün irade sahibine ait olması icap eder. Eğer bizim kendi malımız olan serbest bir iradi faaliyetimiz yoksa yanı bütün hareket ve davranışlarımız O'nun iradesinin mahsulu ise bu takdirde bizim değil O'nun tekamül etmesi icapeder ki bu düşüncenin saçmalığı aşikardır.

7- Mukadderin, fatalist görüşe göre izahı, insanlığın selameti bakımından büyük tehlikeler arz eder. Bu suretle vicdan mesuliyetinden kaçmağa çalışan avere bir beşeriyetin maddi, manevi ve ahlaki bakımlardan tam bir çöküntüsü mukadder bir zaruret olur.

Bugün insanlığın içinde bocaladığı nefsani ihtiraslarının sürükleyici tesiri altında iradesini nefsaniyetinin emrine tahsis ederek bizzat kendi ızdıraplarının doğmasına ve artmasına yine bizzat kendisinin amil olduğunu görüyoruz. Böyle bir durumun adına dar manada alacak olursak Allah'ın takdiri demek olmaz. Burada müzdarip beşeriyetin hak etmediği adaletsizce bir akıbetten bahsetmek manasızlık olur. Zira insanlık, akıbetini kendi karar ve hareketi ile tayin etmektedir.

Mustafa Molla ( 22 Mart 1948 )

'' İnsan işkencenin adını koyan yegane amildir. İnsan ancak yine kendisi için kıymettar olan işkenceyi kendisine, kendi iradesiyle yaratır. Ve ilahi muradın zuhur etmeside buna mesaj vermek şiarıyla ( onu belli eden özellik ) mutaasıftır ( nitelikli) .''

İlahi İrade Kanunları, insanların kendi tekamüllerini bizzat kendi iradeleriyle sarfedecekleri cehit ve gayretin neticesinde kazanmak yolunu ve imkanlarını temin etmektedir.



İlliyet Prensibi

Bir elmanın dalından kopmasiyle ancak yer doğru düşmesi icap ettiğini bir mayiin kap kırıldıktan sonra şeklini muhafaza edemeyip akıp dağıldığını herkes bilir. Acaba bizdeki bu bilginin tecrübeninde ötesinde bulunan asıl temeli hangi esasa dayanmaktadır? Bizi burada böyle bir kabli hükme vardıran amil, bu neviden hadisatın tabi oldukları tabiat kanunlarının icaplarına az çok vukufiyetimiz olmaktadır.

Su ve benzeri her hangi bir mayiden akıcılık vasfını kaldırmadıkça bu hadiselerin daima bu tarzda vukua geleceğine muhakkak nazariyle bakarız. Zira bu bir icaptır. İcap ise tabiat kaidelerinin değişmez neticeleri demektir. Buna göre bilgisizlik, icabat kadromuzu o nispette daraltan bir amil olur. Fakat en iptidai insanda bile basit bile olsa yine icabata müteallik az çok vuzuha kavuşmuş bir takım fikirler mevcuttur. İlliyet Prensibini şöyle ifade edebiliriz; Her hadise muayyen şartlara göre diğer muayyen hadiselerin husulüne sebep olur. Şu halde eğer bir hadise mevcut ise bunun mutlaka bir sebebi veya bir illeti bulunmalıdır. İllet netice şebekesinde bir kesit alacak olursak bu düzlem bize göre hal'i temsil eder. Buna göre düzlemin altında kalan kısım maziyi ve aynı zamanda illetler şebekesini, üstünde kalan kısım ise istikbali ve aynı zamanda neticeleri ifade eder.

Üç buutlu zaman ve mekan için muayyen olan bu düzleme nazaran illiyet prensibi ancak bir mana ifade ediyor.Şayet şu kesit düzlemini değişik açılar altında geçirir veya tamamen ortadan kaldıracak olursak bu takdirde üçbuut realitesinin zaman-mekan çemberinin dışına çıkmak denen bu hal içinde illet ile netice bağları mevcut olmakla beraber hangisinin kimin illeti veya netice olduğunu kestirmek müşkülleşir. Ayırca Mutlak hususunda da illiyet prensibi tatbik edilemez. Bilgi görgü ve idrakımızın genişmelemesi ile mütefarık ( birbirinden ayrı olan ) olarak her hangi bir hadise hakkında o hadiseyi doğuran sebepleri daha vazıf ( belli, açık ) bir şekilde ve daha geniş bir illi çerçeve dahilinde tayin ve kıymetlendirmek imkanlarına sahip oluruz. Bu suretle bizce meçhul kalan sebeplerin sayısı azaltılmış olur.

Bütün kainata şamil ve hakim bulunan illiyet (determinizm ) prensibi bir illiyet şebekesi ( ağı ) teşkil etmek üzere namütenahi istikametlere doğru uzanır.

Üstad, vardiği tebligatın bir yerinde İlliyeti veciz bir cümle ile şöyle ifade etmiştir. '' Her muhitin, her zamanın ve halin bir icabı vardır.''

Akın isimli varlıktan alınan bir tebliğde, kainatın, neticesi daima yükseğe doğru yönelmiş bulunan bir devrinin bulunduğundan ve her hadisenin birbirine bağlı olma zaruretinden bahsedildikten sonra şöyle denilmektedir. ''...Bu bakımdan herşey, bütün hareketler, kainatın bütün gidişi, her tesadüf edeceğimiz hadise planlanmış ve çizilmiştir.''

Dikkat edilecek olursa bu cümlede planlama ve önceden tespit edilme hali hiçbir zaman fatalist bir esasa işaret etmemektedir. Zira burada dar manada alınmak üzere her hangi bir hareket veya hadisenin önceden öyle olması hem takdir edilmiş hemde edilmemiştir. Bu paradoksun içinde derin bir mana gizlidir. Öyle bir mana ki, hem Fatalizm'i hemde Determinizm'i bir ve tek hakikat çatısı altında toplamak imkanlarını önümüze sermektedir. Evet, önceden takdir edilmiştir fakat fatalistlerin anladığı manada değil, illi kanunların imkanları ve çerçevesi dahilinde hadiselerin inkışafını ( meydana gelişini ) temin edecek şekilde icapların neticelerine bağlı olarak muayyen bir istikamette inkışaf etmesini temine matuf olan bir takdir mevcuttur. Böyle bir takdirin ise elbette ki muayyeniyet ( belli olması ) esaslarına dayanan bir mukadderin zaruri sebeplerini ortaya koymakta olduğuda aşikardır.

İlliyet Prensibi kainatın, nizam, ahenk ve tertibini temsil eder, bu nizam, ahenk ve tertibinin dışına hiçbir hadise hiçbir nesne ve hiçbir varlık çıkamaz. Kainatın nizamı, İlahi İrade Kanunlarının icaplarından doğan bir ahenkin muhassaladır ( sonucudur ). İnsan ne ekerse mutlaka onu biçer. İllet ve netice prensibi, esasen kainatta husule gelen bütün hadiselerin ruhunda mevcut bulunan tabi bir kanundur. Mekanın zamana tabi olan hareketi bir hadisedir. Hadise diyince bundan neyi anlamalıyız?

Hadise, bir vasatın maddeleriyle alakalanarak onları tahrik eden bir amil'in husule getirdiği tezahürler. Hadisenin husulu üç şarta bağlı oluyor; 1- Vasat 2- Alaka 3- Tahrik amili ( etken, faktör )

Papus ismiyle anılan Dr. Encasusse şöyle demiştir; '' En ufak bir sinek kanadının hareketi bile bütün kainatı ihtizaz ( titreşim ) ettirir.''



Tekamülde Görgü ve Tecrübenin Rolü

İnsanlar tekamül ettikçe görgü ve tecrübeleri artar. Görgü ve tecrübeleri arttıkça idrakı genişler, idrak genişledikçe illiyet prensibine olan vukufiyet ve nufuzuda o nispette artar. Bu suretle daha süratlı tekamül vasıtalarını kullanmayı hak etmiş olurlar. Yürüdüğünü görerek bilerek kateden bir insan elbette körü körüne ilerleyen bir diğerinden daha süratli ve tehlikesizce hedeflerine ulaşır. Şu halde tekamüllle artan bilgi aynı zamanda tekamülünde süratlenmesini temin eden güzel ve emin bir vasıtasını teşkil eder.

İnsanın başına gelen hadiselerin ekseriyesinin illetlerini gene o insanın vaktiyle bilerek yada bilmeyerek beslemiş olduğu bazı şiddetli ve candan istekleri teşkil eder. Fakat bu illetlere her zaman son hayatın içinde arayıp bulmak kabil ( mümkün ) olamaz. Çok daha gerilere doğru uzanmak lazım gelir.

&

( Kadri 30. Temmuz 1947 )

'' Ne zaman bir çıkmaza tesadüf ederde bunun mana ve sebebini bulamazsanız bunun ismine siz mukadderat dersiniz. Onun belki izah edilebilecek sebepleri vardır. Ve belki mukadderat yahut sizin el emeğinizin mahsulüdür. Ve bir yoldur ki bazılarına karanlık, bazılarına alaca aydınlık, bazılarına günlük güneşliktir.''

Mukadderat büyük bir illiyet prensibi şumülü içinde cereyan eder. İdrakın genişlemesi nispetinde mukadderatların derin manasına nufuzda artar. Fakat illiyet prensibinin bütün halkalarının hiç birini atlamamak üzere bir bütün olarak hiç kimse çözemez ve çözemeyecektir. Zira bu ilahi bir mevzudur.

Allah hiçbir hadiseyi sebepsiz yaratmaz. Herşeyin yaratılışında bizlerin aklımızın alamayacağı büyük hikmetler maksatlar ve illetler vardır.

Mesela sobaya bir odun atmak hadisesini ele alsak, burada sobaya odunu sadece sobaya odun atmak için atmış olmamızdan bahsedilmez. Yani maksatsız bir hareket kainatta yoktur. Şu halde sobaya odun atışımızında bir gayesi bulunmalıdır ve böylece uzayıp gider.

Kaynaklar; Bedri Ruhselman - Ruh ve Kainat ( özeti) - Bilim Araştırma Merkezi Kitapları
 

Serapsa

#5
Acaba 54 yıl sonra çıkan "İlahi Nizam ve Kainat" kitabını okuyan var mı?

Kitabı henüz almadım internetten yorumlarını okuduğumda kitabın çok karışık olduğu, anlaşılır olmadığı yazılıydı. (ilk 12 sayfası bana karışık gelmese de okuyan varsa fikirlerinizi öğrenmek isterim)
\"İğneye geçirilecek ipliğin ucu çatal olursa, iğneden geçmez; madem ki teksin,gel bu iğneden geç...\"

bozadi

#6
Eski Türkçe versiyonunun büyük bölümünü okudum Serapsa (yeni Türkçe bir versiyonunun olduğunu çok sonradan öğrendim). Aslında bir arkadaşımız konuyu yine Kanal Bilgileri başlığı altında açmıştı:

https://www.baskalarinahizmet.com/kanal-bilgileri/ilahi-nizam-ve-kainat-bilgileri-hakkinda/

Ben de kitabın okuduğum bazı kısımlarındaki görüşlere dair görüşlerimi paylaşmaya başlamıştım ama uzunca zamandır tekrar konsantre olamadım buna. Kaldığım yerden devam etmek istiyorum müsait bir vaktimde.

Kitabın başlarında (en başlarında mıydı, hatırlamıyorum) bir çeşit hidrojen atomunun evrimi ile ilgili sayfalar dolusu tasvir vardı, o kısımları dikkatle takip etmek çok zor gelmişti bana. Bu arada, kitabın en vurucu, en etkileyici kısımlarının sonları olduğundan eminim kendi adıma. Bizi nasıl günlerin beklediği ile ilgili ilginç betimlemeler var. Yalnız fiziksel dünya ortamında meydana gelecek yıkımlarla ve insanların içine düşecekleri hallerle ilgili bir tasvirler var, soluk kesici bir gerilim/korku filmi izlemekten farkı yok bence. Biraz abartılı bulduğumu bile söyleyebilirim ama K'lar da "içinde bulunduğunuz gezegensel değişim-dönüşüm süreci tamamlandığında, dünyanız büyük ölçüde tanınmaz halde olacak" gibisinden birşey söylemişlerdi.

Serapsa

#7
Teşekkürler bozadi verdiğin linki de inceledim saptamaların çok ilginç ancak sanırım benim gibi bu bilgilerle yeni tanışanların bir bebek edası ile emekleyerek yol alması ve belli bir yol katettikten sonra okuması daha doğru olacak.
\"İğneye geçirilecek ipliğin ucu çatal olursa, iğneden geçmez; madem ki teksin,gel bu iğneden geç...\"

ağaçkakan

#8
Geçen gün sahafda Bedri Ruhselman'ın kitabının eski bir nüshasını gördüm. Fiyatı 50 tl idi. Alamadım. Bunda fiyatı yüksek bulmam kadar, dilinin anlaşılması güç olduğunu okumuş olmam da rol oynadı.

Murat Bardakçı, İlahî Nizam ve Kainat kitabı ilk çıktığında hakkında bir yazı yazmış.

http://www.haberturk.com/yazarlar/murat-bardakci/835851-ruhlarin-yazdirdigi-soylenen-ve-54-sene-kasada-saklanan-kitap-nihayet-yayinlandi

Murat Bardakçı kitapla ilgili yorum yapmamış ama bir başka ruhçu olan, hatta çok sevilen bir şarkısının ikinci kıtasının sözlerini ruh çağırma seansında gelen ruha yazdırdığını iddia eden, bestekâr Erol Sayan'ın kitapla ilgili yorumuna yer vermiş. Erol Sayan, kitapta geçen Mu ve Atlantis kıtaları iddialarını saçma olarak nitelemiş.
 

Fethi1453

#9
Dr. Bedri Ruhselman'ın ölümünden sonra yerini Ergün Arıkdal almıştır fakat pek etkili bir şekilde görevini yerine getirememiştir. Şu an Türkiye'de parapsikoloji işlerini üst bir şekilde devam ettiren Şermil Üstad Muzaffer Kınalı'dır.
1453

bozadi

#10
Alıntı YapOrjinal Mesajı Ekleyen Fethi1453

Dr. Bedri Ruhselman'ın ölümünden sonra yerini Ergün Arıkdal almıştır fakat pek etkili bir şekilde görevini yerine getirememiştir. Şu an Türkiye'de parapsikoloji işlerini üst bir şekilde devam ettiren Şermil Üstad Muzaffer Kınalı'dır.
Foruma hoşgeldin Fethi1453  Muzaffer Kınalı'yı beğeniyorum genel itibariyle. Ayrıntılarda farklı düşündüğüm pek çok husus olabilecek olsa da, niyet anlamında gayet pozitif eğilimli olduğunu ve ruhsal bilgiler ve beceriler anlamında oldukça donanımlı olduğunu algılıyorum yaptığı paylaşımlardan. En beğendiğim yönü, dinin yani İslamın yobaz sayılabilecek yorumlarına karşı son derece iradeli bir şekilde gösterdiği spiritüel direnç ve mücadele. İnsanlardaki pozitif eğilimleri destekleyici bir tavrı var ve önemli olan da bu bence. Yani örneğin bu forumda Ra, Pleiades ve Kasyopya kanal bilgileri genel itibariyle esas alınır ve bu bilgilerde Kınalı'nın anlattıklarıyla uyuşan pek çok şey olduğu gibi uyuşmayan şeyler de var. Lakin mevcut zorlu yaşam koşullarımızda samimi ve güçlü iyi niyet paha biçilmez birşey ve Kınalı da bence anlattıklarıyla ve özellikle de anlatış şekli ve tavrı itibariyle insanlarda pozitif eğilimi güçlü bir şekilde destekleyici bir etki yapıyor.

Vuslat

#11
Alıntı YapOrjinal Mesajı Ekleyen Fethi1453

Dr. Bedri Ruhselman'ın ölümünden sonra yerini Ergün Arıkdal almıştır fakat pek etkili bir şekilde görevini yerine getirememiştir. Şu an Türkiye'de parapsikoloji işlerini üst bir şekilde devam ettiren Şermil Üstad Muzaffer Kınalı'dır.


Sayın Ergün Arıkdal gerek Bedri Ruhselman'dan gerek babasından öğrendiği herşeyi büyük bir özveriyle, sabırla, hazır olanda çok büyük anlayış ve kavrayışlara yol açacak şekilde binlerce insana anlatmaktadır.Eğitimler, kitaplar, sosyal medya gibi ulaşabileceği heryerden bildiklerini anlatmayı vazife edinmiştir. Haksızlık etmeyelim lütfen
 

bozadi

#12
Alıntı yapılan: Vuslat - 12 Ekim 2022, 14:55:24
Alıntı YapOrjinal Mesajı Ekleyen Fethi1453

Dr. Bedri Ruhselman'ın ölümünden sonra yerini Ergün Arıkdal almıştır fakat pek etkili bir şekilde görevini yerine getirememiştir. Şu an Türkiye'de parapsikoloji işlerini üst bir şekilde devam ettiren Şermil Üstad Muzaffer Kınalı'dır.


Sayın Ergün Arıkdal gerek Bedri Ruhselman'dan gerek babasından öğrendiği herşeyi büyük bir özveriyle, sabırla, hazır olanda çok büyük anlayış ve kavrayışlara yol açacak şekilde binlerce insana anlatmaktadır.Eğitimler, kitaplar, sosyal medya gibi ulaşabileceği heryerden bildiklerini anlatmayı vazife edinmiştir. Haksızlık etmeyelim lütfen

"Sosyal medya" derken, Ergün Arıkdal'ın oğlu Tarık Arıkdal'ı veya başkasını kastediyor olabilir misin Vuslat? Ergün Arıkdal 1997'de vefat etmiş.

Vuslat

#13
Evet,evet Tarık Arıkdal'ı kastetmiştim. Ama Ergün Arıkdal da ruhsal eğitim konusunda çok emekler vermiş, çok kıymetli bilgiler elde ettiği celseler yapmış (Sadıklar Planı) yetenekli bir medyumdur.